Tefekkür - İbrahim Titus Burckhardt
Mehmet Serhat Yılmaz - 28 Haziran 2021
Tefekkür, ibadetin zorunlu bir tamamlayıcısıdır. Çünkü tefekkür (meditation) düşüncenin özgürlüğüne değer kazandırır. Bununla birlikte tefekkürün sınırları zihinsel olanın sınırlarıdır. İbadetin ontolojik öğesi olmaksızın tefekkür bireysel bilinç «fark»ından biçim-üstü bilginin «cem»ine geçemez. Tefekkür, İslam'da, «idrak sahibi olanlara» seslenen ve tefekkür için doğanın göstergelerini salık veren Kur'an ayetleri ile Peygamber’in şu hadislerine dayanır; «Bir saatlik (anlık) tefekkür, ağırlığı olan iki tür varlığın (insanlar ve cinler) yaptığı hasenattan daha hayırlıdır.» ve «Allah’ın Zat’ı üzerine değil, Sıfatları ve Bağışları üzerine tefekkür ediniz.»
Tefekkür normal olarak dairesel bir harekete göre yapılır: zatî bir fikirden hareket eder, bu fikri değişik uygulamaları içinde geliştirir ve bu uygulamaları, sonuçta, başlangıçtaki gerçekliğe katar. Bu gerçeklik, böylece, kendine bakan bilinç için daha doğrudan ve zengin bir canlılık kazanır. Bu durum, felsefi bir araştırmanın tam tersi bir durumdur. Çünkü, felsefî araştırma gerçekliği, idrak eden zihinde zaten ve a priori olarak bulunmayan bir şey olarak kabul eder. Düşüncenin temel devinimi tefekkürün izlediği devinimdir. Bu devinimin yasasını kabul etmeyen her felsefe, kendi öz girişiminde yanılmaya mahkumdur: kanıtlar yardımıyla bulunduğu sanılan gerçeklik, uzun zihinsel dolambaçlar sonucunda, bir tutkusal unsurun, bireysel veya kolektif bir saplantının zihinsel kırılmasını keşfetmemişse, çıkış noktasında zaten vardır.
Bireyci düşünce, aklî gerçekliğini tanımadığı için her zaman kör bir nokta içerir. Tefekkür de Zat’ı doğrudan bulamaz, ama onu var sayar. Tefekkür «arif bilgisizliktir», oysa zihinsel bireycilikten kaynaklanan felsefî gevelemeler «cahil bilgi»dir. Felsefe, bilginin mahiyetini araştırdığında kaçınılmaz olarak bir kısır döngü içinde dönenip durur. Özneyi nesnel alandan ayırdığında ve özneye bireysel «öznellik» anlamında tamamen göreli bir gerçeklik tanıdığında, verdiği hükümlerin öznenin gerçekliğine ve öznenin taşıması mümkün gerçek mahiyete bağlı olduğunu unutur; öte yandan her çeşit algılamanın ancak «öznel», dolayısıyla göreli ve belirsiz bir değeri olduğunu açıklarken, bu savın da nesnelliğe kaydığını unutmaktadır. Düşünce için bu ikilemden kurtulmanın yolu yoktur. Çünkü, evrenin ancak bir parçacığı veya varoluşun durumlarından yalnızca biri olan zihin ne evreni kucaklayabilecek durumdadır ne de onun bütüne göre olan durumunu tanımlayabilir. Böyle olduğu halde, böyle bir şey yapmaya kalkışmasının nedeni kendinde, gerçekten her şeye nüfuz eden ve her şeyi kucaklayan Akıl’dan bir kıvılcım bulunuyor olmasıdır.
Tefekkür üzerine zikrettiğimiz ikinci hadis, Zat'ın mahiyet olarak gidimli düşüncenin hiçbir zaman konusu olamayacağını dile getirir. Çünkü Zat Bir'dir. Buna karşılık tefekkür, doğrudan doğruya «tadamasa da», Sıfatları bir çeşit idrak eder; Sıfatları doğrudan tatmak ancak yetkin keşf'in alanına girer.
Tefekkürün asıl alanı reel olan ile irreel olanı ayırt etmek ve bu ayırt etmenin asıl konusu da «nefs»tir. Tefekküre dayalı ayırt etme öznel bireyselliğin köküne doğrudan ulaşamaz, ama onun arızî yanlarını kavrar ki bunlar, nefs’de toplanmış yarı-mutlak bir tasdik ile beşerin bireysel mahiyetinin geçici ve bölük pörçük mahiyeti arasındaki bir yığın nisbetsizliği temsil eder. Ben merkezcil yanılsamayı oluşturan şeyin, bu durumuyla bireysel mahiyet olmadığını iyi anlamak gerekir. Yırtılacak «örtü», yalnızca ve yalnızca ancak Zat’a özel olan özerk ve «apriorik» bir özelliğin bu bireysel mahiyete yüklenmesidir.
Yukarıdaki yazı Ribat Yayınları’ndan çıkan İslam Tasavvuf Doktrinine Giriş başlıklı kitaptan alınmıştır. (ss. 130-132)