Akkirmânî Penceresinden Hidâyetu'l-Hikme Okumaları: İlâhiyât 1
Fikre Vukuf - Burak Veysel Erman - 09 Mayıs 2021
Akkirmânî İlâhiyât 1
Bir önceki yazımızda Akkirmânî’nin şahsiyetinden ve kaleme almış olduğu İklîlü’t-Terâcim adlı tercümenin Hidâyetu’l-Hikme literatüründe nerede durduğundan bahsetmiştik. Bu yazıdan itibaren ise İlâhîyat kısmından başlamak üzere tercüme metninin kendisiyle birlikte ona dair kısa açıklamalar sunmaya çalışacağız.
Üçüncü Kısım: İlâhiyât
Hidâye kitabından olan üçüncü kısım hikmet-i ilâhiyye -bi’l-ma’ne’l-eamm- beyânındadır. Yani eamm mânâda olan, vücûd-ı hâricîde ve vücûd-ı zihnîde maddeye muhtaç olmayan eşyâdır; gerekse maddeye mukârin olsun vahdet ve kesret gibi, gerekse mukârin olmasın Allahu teâlâ gibi ve ukûl-ı aşere gibi. Vahdet maddede bulunur Zeyd’deki vahdet gibi, maddesiz bulunur Allahu teâlâda olan vahdet gibi. Kezâlik kesret maddede olur eflâkte olduğu gibi, maddesiz olur ukûl-i aşerede olduğu gibi.
Bu kısm-ı sâlis üç fen üzere müretteptir zira maddeye muhtaç olmayan şey; maddeye mukarin olur yahut olmaz. Maddeye mukarin olmayan şey, ya Vacib lizâtihîdir ya mümkindir. Musannif kısm-ı sâlisi üç fen üzere kıldı, bu üç kısmın ahvâlini beyân etmek için. Yani mevcûd gayru müftakir ile’l-mâddenin ahvâlini beyân için.
Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki klasik felsefede nazarî ilimler, Mantık kısmı bir giriş veya bir anlamda hazırlık bölümü olmak üzere Tabîîyât (Teorik Fizik), Riyâzîyât (Matematik) ve İlâhîyât (Metafizik) şeklinde üç kısımdan oluşmaktadır. Hidâyetu’l-Hikme metni ise bunlardan Matematik dışarıda bırakılarak Mantık, Tabîîyât ve İlâhiyât kısımlarından meydana gelir. Burada yer alan satırlar, üçüncü kısım olan İlâhîyât bahislerinin girişidir.
Öyleyse ilk meselemizle başlayalım: Buradaki ilk cümlede hikmet-i ilahiyeye dair yer alan bi’l-ma’ne’l-eamm kaydı ne anlama gelir? Yani tercüme edecek olursak “daha genel” yahut “daha kapsamlı” anlamıyla İlâhîyât/Metafizik derken müellif ne demek istemiştir? Bir kere buradan anlaşılıyor ki bir genel anlamıyla ilâhiyât, bir de özel anlamıyla ilâhiyât bulunmaktadır. Nitekim gelenekte bunlar İlâhiyât-ı âmm (yahut burada olduğu gibi eamm) ve İlâhiyât-ı hâs şeklinde ifade edilir. Peki bu ayrım neyi esas alır? Aristoteles metafiziğinin Müslüman düşünürler tarafından nasıl alımlandığına dair özet bir anlatım bu soruyu yanıtlamamızı sağlayacaktır.
İbn Sina (v. 428/1037) talebesi Ebû Ubeyd el-Cüzcânî vasıtasıyla kaleme alınan otobiyografisinde, Aristoteles’in Metafizik kitabıyla olan hikayesini şöyle anlatır:
“Böylece mantık, fizik ve matematik ilimlerinde ustalaştım ve nihayet metafiziğe ulaştım. [Aristoteles’in] Metafizik’ini okudum, fakat muhtevasını anlamadım, yazarın amacı konusunda kafam karıştı. Kitabı kırk defa okudum, artık onu ezberlemiştim ama buna rağmen ne kitabı ne de amacını anlayabiliyordum. Kendimden ümit keserek ‘Bu anlaşılması mümkün olmayan bir kitap’ dedim.
Bir gün ikindi vakti Varrâklar [Çarşısı’na] gittim. Elinde [satmak üzere] çığırtkanlık yaptığı ciltli bir kitap bulunan bir tellal yaklaşıp o kitabı bana teklif etti; bense [metafizik] ilmi hakkında herhangi bir faydası olmayacağını düşünerek canım sıkkın bir şekilde onu[n teklifini] reddettim. Tellal ‘Bunu satın al, sahibi kitabın parasına muhtaç, ayrıca ucuz da; sana onu üç dirheme satarım’ dedi. Kitabı satın aldım, bir de ne göreyim, o, Ebû Nasr el-Fârâbî’nin Metafizik Kitabı’nın Amaçları hakkındaki kitabıydı. Evime döndüm, hemen kitabı okudum, o anda [Aristoteles’in Metafizik] kitabının amaçları benim için aydınlığa kavuştu, zira kitabı zaten ezberlemiştim. Bundan dolayı çok sevindim; ertesi gün yüce Allah’a şükür için fakirlere büyük miktarda sadaka verdim.” (Tercüme M. Cüneyt Kaya hocaya aittir)
Peki Farabî’nin (v. 339/950) bu risâlesi nasıl olup da İbn Sina’nın kafa karışıklığını gidermiştir? Bunun için söz konusu risâlenin giriş kısmına bakılması yeterli olacaktır:
“Bu makaledeki amacımız, Aristoteles’in Metafizik (Mâ baʻde’t-tabîʻa) olarak bilinen kitabının muhtevasının amacına ve bu kitaptaki öncelikli bölümlere işaret etmektir. Zira insanların çoğunda bu kitabın konusunun ve içeriğinin Tanrı, akıl, nefs ve buna uygun diğer hususları ele almaktan ibaret olduğu, metafizik ilmiyle tevhid ilminin özünde aynı şey olduğu şeklinde bir önyargı bulunmaktadır. Bundan dolayı, bu konuda teorik inceleme yapanların çoğunun hayrete düştüğünü ve yollarını şaşırdıklarını görmektesin. Çünkü söz konusu kitaptaki [veya söz konusu bilim dalındaki] tartışmanın çoğunda bu amacın bulunmadığına, hatta bahsi geçen amaca özgü bir tartışmanın sadece üzerinde ‘lâm’ işareti bulunan on birinci bölümde (makâle) yer aldığına şahit olmaktasın.” (Tercüme M. Cüneyt Kaya hocaya aittir)
Öyle anlaşılıyor ki Fârâbî bu risaleyi İbn Sina’nın da kafa karışıklığına neden olan bir düşünceyi ortadan kaldırmak için kaleme almıştır. Dikkat edilecek olursa bu düşünce, Metafizik kitabının muhtevasının Tanrı, akıl, nefs gibi yalnızca maddeyi aşkın olanlardan meydana geldiği, dolayısıyla metafizik ilmi ile tevhid ilminin aslında aynı muhtevaya sahip olduğu şeklindedir. Oysa bu bahsedilen meseleler metafiziğin belirli bir bölümünü oluşturmakta fakat tamamını ifade etmemektedir. Fârâbî’nin burada yanlış olduğunu ifade ettiği metafiziğin tevhid ilmine yakın olması şeklindeki düşünce genelde Kindî (ö. 252/866 [?]) çevresiyle ilişkilendirilir. Gerçekten de Kindî’nin risalelerinde onun böyle bir düşünceye sahip olduğunu görmek mümkündür.
İbn Sina eş-Şifâ külliyatının Metafizik kitabında, yukarıda yer verdiğimiz kendisine dair anlatısıyla uyumlu bir biçimde Fârâbî’nin tutumunu izler. O burada çok daha sistematik bir biçimde metafiziğin mevzusunun yani araştırma konusunun mevcut olması bakımından mevcut olması gerektiğini ispatlamaya çalışır. Bu durumda metafizik yahut kapsamlı anlamıyla ilâhiyât, maddeli olması imkânsız olan Tanrı ve ayrık akıllara dair meseleler ile birlikte bunlardan başka meseleleri de içermektedir. Öyle ki bu meseleler metafizik ilminin çoğunluk kısmını oluşturmaktadır.
Hidâyetu’l-Hikme şârihlerinden Molla Sadrâ (v. 1050/1641) burada geçen “kapsamlı anlamıyla ilâhiyât”ı mevzusu mutlak mevcut olan şeklinde açıklar ve bunu oldukça anlaşılır bir biçimde izah eder. Misal olarak insanı ele alacak olursak o;
A. Bir olmakla yahut çok olmakla, küllî yâhut cüzî olmakla, bilfiil yahut bilkuvve olmakla vasıflanabileceği gibi;
B. Bir şeye denk büyüklükte olmakla yahut ondan küçük veya büyük olmakla da vasıflanabilir.
C. Ayrıca hareketli yahut hareketsiz (sâkin) olmakla, sıcak yahut soğuk olmakla, ve benzeri birçok nitelikle vasıflanabilir.
Gelgelelim bu vasıflar arasında bazı farklılıklar vardır. İnsan ikinci kısımda yer alan vasıflarla ancak bir miktara (kemiyete) sahip olmak yoluyla vasıflanabilir. Benzer bir biçimde üçüncü kısımda yer alan vasıflarla da ancak etkilere ve değişimlere açık bir maddeye sahip olması dolayısıyla vasıflanabilir. İlk kısımda yer alan vasıflarla vasıflanması için ise onun bir matematiksel yahut fiziksel nesne olması gerekmez. Dolayısıyla nasıl ikinci kısımda yer alan özellikleri matematik ve üçüncü kısımda yer alan özellikleri fizik ele alıyorsa ilk kısımda yer alan yani mevcutlara mevcut olmaları bakımından ilişen özellikleri de metafizik ele alır.
Molla Sadrâ’nın yapmış olduğu anlatımdan şunu çıkarabiliriz: metafiziğin ele aldığı meselelerin ortak vasfı, onların zorunlu olarak maddeyle birliktelikten uzak olması değil; onlardan söz edilebilmesi için maddeye ihtiyaç duyulmamasıdır. Buradan tekrar Akkirmânî’nin tercümesine dönecek olursak, İlâhiyât daha kapsamlı anlamıyla kullanıldığında varlığında maddeye muhtaç (muftakir) olmayanların tamamını araştırır. Bunlar ister birlik ve çokluk gibi zaman zaman maddeyle birlikte olan durumlar olsun ister Allahu teâlâ gibi hiçbir zaman maddeyle birlikte bulunmayan varlıklar olsun fark etmez. Bunların tamamı geniş anlamıyla İlâhiyât kapsamındadır. Birlik ve çoklukla alakalı durum ise görülebileceği üzere metinde örneklerle ifade edilmiştir. Birlik herhangi bir insan ferdi örneğinde olduğu gibi maddeyle birlikte bulunabileceği gibi Allahu teâlâ hakkında olduğu gibi maddeden ayrı olarak da birlikten söz edilebilir. Dolayısıyla birlikle alakalı olarak maddeye muhtaç olma değil bazı durumlarda maddeyle birlikte bulunma durumu söz konusudur. Çokluk için de aynı durum gezegenler ve mücerret akıllar örnekleri üzerinden geçerlidir.
Son olarak, metafiziğin kendi içerisindeki bölümlerden (fenn) bahsederek bu yazıyı nihayete erdirelim. Netice itibarıyla metafizik, maddeye ihtiyaç duymayan şeylerden bahsediyorsa bunların;
1. Ya maddeyle birliktelikleri imkân dahilindedir fakat buna rağmen maddeye ihtiyaç duymuyorlardır: birlik-çokluk örneğinde olduğu gibi;
2. Yahut maddeyle birliktelikleri mümkün değildir, imkansızdır. Maddeyle birlikteliği imkânsız olanın varlığı ise ya kendi zâtından ötürü zorunludur ki o Allahu teâlâdır;
3. Yahut maddeyle birlikteliği imkânsız olmasına rağmen onların varlığı mümkündür: bunun örneği de mücerret akıllardır.
Dolayısıyla İlâhiyât kısmı bu şekilde üç bölüm (fen) üzerinden ele alınacaktır. Bir sonraki yazımızda ilk bölüme, kendilerinden söz edilebilmesi için maddeyle birlikteliğe ihtiyaç duyulmadığı halde maddeyle birlikte bulunmaları mümkün olan durumlara, kısacası umûr-ı âmme bahislerine giriş yapacağız.
Kaynaklar:
Fârâbî, “Metafizik'in Amaçları Hakkında Makale” çev. M. Cüneyt Kaya, https://www.academia.edu/37551630/Fârâbî_Metafizikin_Amaçları_Hakkında_Makale_Al_Fârâbî_On_the_Aims_of_the_Metaphysics_
İbn Sina, “İbn Sînâ'nın Hayatı (Sîretü'ş-Şeyhi'r-reîs)”, çev. M. Cüneyt Kaya, https://www.academia.edu/37630881/İbn_Sînânın_Hayatı_Sîretüş_Şeyhir_reîs_Autobiography_of_Avicenna_
Majid Fakhri, “Metafiziğin Konusu: Aristoteles ve İbn Sînâ”, çeviren: Ömer Mahir Alper, İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi [Darulfunun İlahiyat], 2001, sayı: 4, s. 195-206.
Ömer Türker, “Metafizik Nedir? İbn Sînâ’nın Kitâbu’ş-Şifâ el-İlâhiyyât’ı Bağlamında Bir Tahlil”, Diyanet İlmî Dergi, 2014, cilt: L, sayı: 1, s. 15-26.
Ömer Türker, “Metafizik: Varlık ve Tanrı”, İslâm Felsefesi: Tarih ve Problemler, 2018, s. 603-653.