Allah’a Giden Yolların Sâlikleri ve Kâmil Mürşid

 İrfana Vukuf -   Fatih Yıldız -   11 Ocak 2023

 

Allah’a Giden Yolların Sâlikleri ve Kâmil Mürşid

   Tasavvuf mevzu bahis olduğunda en önemli meselelerden biri elbette yolun sahih olması meselesidir. Tasavvuf yolunun sahih olmasının ölçüsü de kâmil bir mürşidin varlığıyla alakalıdır. O sebepten tasavvuf külliyatının önemli bir kısmı kâmil mürşidin evsafı ve tanınmasıyla alakalıdır.

   Osmanlı Devleti’nin son asrında sûfiyye mesleğinin sahih bir yolla yürütülmesi, ihyası ve tecdidi anlamında ortaya konulan çabalardan biri de ilgili dönemde hayatımıza yeni girmeye başlayan süreli yayınlara eğilmek olmuştur. Bunların en başta geleni Cerîde-i Sûfiyye’dir.

   Cerîde-i Sûfiyye’de Mustafa Fevzi b. Numan tarafından kaleme alınan “Mazmûn-ı Hasbihâle İmtisal” başlıklı, Niyâzî-i Mısrî’nin meşhur “Derman aradım derdime” diye başlayan ilahisinin şerhi mahiyetindeki dizi yazısından altıncı makaleyi bahsi geçen konuda dikkatinize sunmak istedik.  

Mürşit gerektir bildire, Hakk’ı sana hakka’l-yakîn

Mürşit olmayanların bildikleri gümân imiş

اَلشَّيْخُ فِي اَهْلِهِ كَالنَّبِيِّ فِي اُمَّتِهِ

   Lisân-ı Arap’ta reîs-i kavme ve pîr-i fâniye ve sair bazı eşhâsa “şeyh” denilegeldiğine bakıp da burada beyan buyrulan şeyhin ale’l-ıtlâk riyâset mânasını mütezammın olacağını düşünmek doğru değildir.

   Vech-i teşbîh mülahaza olunursa ıstılâh-ı sûfiyyedeki mürşid-i kâmilin kezâ kavm u mürîdânı arasındaki mevkii bir nebînin ümmeti beynindeki mevkiine bi’l-vârise şebîh olacağı tezahür ediyor ki, hakikat de bundan ibarettir.

   Çünkü riyâset-i mutlaka mülahazası cây-ı kabûl görseydi nebî yerine sultan, emir, reis ve daha sair bu mânayı mütezammın kelimeler istîmâl buyurulurdu. Halbuki hadîs-i âlîde ehli içinde şeyh, ümmeti içindeki nebîye teşbih buyuruluyor. Bir nebinin ümmeti içindeki hayât-ı ictimâiyye ve vazîfe-i asliyesi ve ümmetine karşı tesirât-ı maddiyye ve mâneviyyesi ne derecededir? Onu tamamıyla ihata etmek bir nebî olmaya veyahut ona verâset-i kâmile makamında bulunmaya tevakkuf etmekle beraber, ashâb-ı kirâmın îkân ve irfan cihetiyle takviye-i imanda kendilerinden sonra gelen tabakât-ı ümmete tefevvuk ve tafdilde hâiz-i rüchân oldukları görülmektedir. Fakat o zevât-ı âliyyenin umumu tabaka-i vâhidede olmadığı gibi ümmet beyninde de tabakât-ı mütefâvitenin mevcûdiyeti meydandadır.

   Binâenaleyh Hazreti Veys gibi kendisine taraf-ı risâletpenâhîden “nefes-i Rahmân” ıtlâkı şâyân buyrulan bir zât-ı celîlüşşân bile huzûr-ı Hazreti Muhammedî ile teşerrüf edemediğinden fazîlet-i sohbetten hisseyâb olamamakla şeref-i sahâbetten mahrum oluyor. Acaba şeref-i sohbete nail olsa idi aşere-i mübeşşere meyânında mı bulunacaktı? Vicdanım o hükmü verse de lisan ve kalemimin vazifesi tevakkuftur. Bu ümmette ahkâm-ı Veysiyye’yi hâmil olan uzemâ-yı ricâl milyonları geçer. Hazreti Veys hakkında verilen hükm-i vicdâniyyenin onlara da şümûlü vardır. Aks-i kazıyye mülahaza olunursa âsâr-ı ahîredeki avâm-ı ümmet meyânından sade ve alelade bir mü’min-i muvahhid hâl-i hâzırîde asr-ı güzîn-i Cenâb-ı Ahmedî’de bulunup da bir defa meclis-i sohbette hazır olsaydı şeref-i sahâbetle Hazreti Veys’ten efdal olacağını ikrarda asla tevakkuf göstermem. Çünkü mesele mü’mîn-i mebhûs-ı anh ile Cenâb-ı Veys’in şahsiyet ve mâneviyetini mukayese etmek meselesi değildir. İşin içinde huzûr-ı Hazreti Fahr-i risâlet’le teşerrüf meselesi var. Mişkât-ı nûr-ı Muhammedî’den bizzat ve bilâ-vasıta lemha-i vâhidede ahz-ı feyz etmeye muvaffak olan zevât-ı fâzıla o şeref-i ale’l-âlî zât-ı Hazreti Ahmediyet’ten iktibas ettiler de;

أَصْحَابِي كَالنُّجُومِ بِأَيِّهِمْ اِقْتَدَيْتُمْ اِهْتَدَيْتُمْ

[Ashabım yıldızlar gibidir. Hangisine uyarsanız hidayete erersiniz.][1] temdîh-i celîliyle Hurşîd-i eflâk-ı hidâyet, Sirâc-ı burc-ı risâlet Efendimiz’den istifâza-i istinâre hususunda şems-i suverîden ahz-ı nûr eden kevâkibe teşbih buyurdular.

   Kalb-i feyyâz-ı Muhammedî’den ahz-ı fuyûzât eden uzamâ-yı ricâl-i tâbiînden an’anât-ı mütenâbia ve eyâdî-i sahîha ile mübâyaa-i mâneviyyede bulunan kümmelîn ü muhakkıkîn-i sûfiyye kaddesallahu ervâhahum hazerâtı da bi’l-vârise velâyet-i hâssa-i nübüvvetin hilâfet-i mâneviyyesini hâiz bulunduklarından beyne’l-ibâd irşada memur olmuşlardır. Fakat dünyada her şeyin muhakkik ve mukallidi bulunmak muktezâ-yı tabiat-ı kevniyyeden olmakla bu bâbda mürşid-i kâmilin evsâf-ı lâzımesini hakkıyla bilmek her sâlike lazımdır. 

   Evvelâ şurasını bilmelidir ki;

اَلطُّرُقُ اَلَى اللَّهِ بِعَدَدِ اَنْفَاسِ الْخَلَائِقِ

[Allah’a ulaşan yollar mahlukatın nefeseleri miktarıncadır.] mefhumunca halktan Hakk’a varacak yolların envâı pek çok ise de umumu iki asla râcîdir. Biri tarîk-i zühd, diğeri tarîk-i aşktır. Tarîk-i zühd de, ya zühd-i suverî veyahut zühd-i mânevî olmak üzere ikidir. Zühd-i suverî erbâbının himmetleri yalnız derecât-ı uhreviyyeye münhasır olduğu âsârıyla sabit olup eğer bunlar bu terk-i suverîleriyle beraber tarik-i aşkı birleştirdilerse Cenâb-ı İbrahim Edhem ve emsali vechile ekmel-i ârifînden olacaklarına şüphe yoksa da fî zamaninâ pek güçtür.

   Zühd-i mânevî ise ale’l-umûm tarîk-i aşk erbâbında mevcut olan zühd-i kalbîdir. Zühd-i suverî mukallitlerinin kulûbunda dünya ve mâ-fîhâ tamamıyla bakî olmakla irfân-ı mânevîden bî-behre olmaları tabiîdir.

   Tarîk-i aşk tarîk-i seyr u sulûk-ı mânevîdir. Bunun tafsilâtı böyle birkaç makale ile itmam edilemez. Merak edenler kütüb-i mûtebere-i sûfiyyeye müracaat edebilirler. Tarîk-i aşk, tarîk-i vusûldür. Esra’u’t-turuku illallah [Allah’a ulaşan yolların en hızlısı]’tır. Fakat yalnız aşka müptela olup da cezbe-i cemâle müstağrak ve rehbet-i celâlden bî-şuur bulunanların halleri makamlarına galebe etmekle, mertebe-i meczûbiyette kendilerinden istifade edilemeyen gayr-ı mutasarrıf zevâttır ki bunların ahvâl ve akvâlini taklit edenler mezleka-i akdâm ve zendeka-i akvâma dahil ve tarîk-i ilhadda dâl ve mudıl olmuşlardır.

   Tarîk-i aşkta tecellî-i celâl ve cemâle mazhar olarak havf u recâ meyânını telif eden kümmelîn-i zü’l-cenâheyndir. Bundan evvel beyan olunan zühd-i suverî ve cezb-i mânevî erbâbı ise yalnız bir cenâha mâlik olduklarından muâvenetsiz terakkî edemeyip bi’z-zarûre bulundukları mertebede kalırlar. Şu kadar ki meczûb-ı gayr-ı mutasarrıf, zâhid-i bî-irfândan aziz ve celildir. Terakkînin iki cenahla mümkün olacağında şüphe yoktur. Havf u recâyı birleştiren kümmelîn-i zü’l-cenâheyn daima hâl-i terakkîde bulundukları vâreste-i iştibâhtır. Bu uşşâk-ı ilâhînin kalplerinde mâşûk-ı mutlaklarının heybet-i celâl ve cezbe-i cemâli cây-gîrdir. Zühhâd-ı suverî ile uşşâk-ı mânevînin korkuları beyninde fark-ı azîm vardır. Onların korkusu ikâb-ı elîm ve azâb-ı cahîmden bunların rehbeti celâl-i Rabb-i azîmden nâşîdir. Zühhâdın duası kesret-i sevâb ve derecât-ı naîm, uşşâkın recası vuslat-ı mahbûb-ı kerîmdir.

   Uşşâk-ı ilâhînin cehennemden korkuları dâr-ı celâl-i Kahhâr-ı Müntakîm olduğu içindir. Bu zevât-ı âliyye cezbe-i kalbiyye ve zehâdet-i hakîkiyyeyi birleştirip tarîk-i ubûdiyette  nisbet-i celîle-i Muhammediyye’yi muhafaza ederler. Sûret-i şerîat ve mânâ-yı hakikatle mütecellî ve mütehallîdirler. Ulûm-ı zâhiriyyeyi maârif-i bâtıniyye ile tevfîk ve tenvirde  mütebahhirdir. Ahlâk-ı nazariyyeyi tayyibât-ı ameliyye ile tespit ve tezyinde ehl-i tedbîr olup enfâs-ı kudsiyyeleri tâlib-i Hak olan müsterşidler için iksîr-i âzamdır.

   Bunların suretleri halk ve mânaları Hak iledir. Ubûdiyet-i suveriyye ve sünnet-i seniyye-i Muhammediye’den zerre kadar inhiraf göstermezler. Ahkâm-ı şer’iyyede asla tekâsül  etmezler. Zevk-i sarîh, ilm-i sahih onların malı ve nakd-i hâli olup meclislerinde aşk u lezzet-i mâneviyye cây-gîr ve teveccüh ve nazarlarıyla kulûb-ı tâlibînde tesirin husûlü kesîr   olur. İlm-i dînde müracaat edenlerin müşkilini halle muktedir bulunurlar. Uluvv-ı himmet sahibi olduklarından her ferdin istidadına göre surî ve mânevi îsâr ve ifâzada vech-i terâhî   göstermezler. Ahvâl-i maraziyyeden hikmet, iffet, şecaat, rıza, kanaat, teslim, zühd, takva, tevekkül, merhamet, rikkat, sabır, tahammül, mâdelet, istikamet, şefkat, sıdk, vefa,   salâbet-i dîniyye, safvet-i kalbiyye gibi ahlâk-ı haseneye mâlik olurlar.

   Bu zevât-ı müşârunileyhim ehl-i basîret olup ahvâl-i müsterşidîni daima tefahhus ederler. Onların istidatlarına göre emrâz-ı mâneviyyelerine edviyye-i mütekâbile ile tedavi   etmekte hazâkat gösterirler. Bunlar hakkında bast u beyân olunan evsâf-ı hasenenin ezdâdı olan emr-i dînde cehalet, iskât-ı hürmet, mâlâyâniye muvâzabet, nefis ve hevâya   mübâyaat, ahlâk-ı zemîme ile ülfet gibi ahvâl-ı nâ-pesendîdeden teberrî ederler. İşte mârûzât-ı sâlifeye tevâfuk eden ricâl-i kirâmın ehlullah ve mürşid-i kâmil olduklarında şüphe   yoktur.

   Hazreti Mısrî’nin lüzumundan bahsettiği mürşid bu gibi ârif-i billahlar olup kendilerine mülâkî olup da bil-külliye teslîmet gösteren esdakâ-yı ıbâdullaha istîdâtları derecesinde   Hakk’ı hakka’l-yakîn bildirirler. Bu gibilere mülâkât ve intisâba nail olamayan kimselerin bildikleri şâibe-i zan ve gümândan vâreste olamaz.

   Herkes ne derse desin;

من لم يكن له زوج لم يكن له روح

[Eşi olmayanın ruhu da yoktur.] mantûk-ı âlîsi kibâr-ı kelâm ve kelâm-ı kibâr olduğunda ve ayn-ı hakîkat bulunduğunda şüphe yoktur. İlminde mütebahhir, amelinde müteverrî, sünnet-i seniyye ile mütesennin, erbâb-ı hakîkati makarr-ı ahlâk-ı hasene ile mütehallî bulunan ulemâ-yı kirâm velâyet-i âmme-i nübüvvetten nasipdar olsalar bile, sâlifü’l-beyân evsâf-ı mârûzayı câmî olan mürşid-i kâmilin taht-ı terbiyesinde bulunmaları suretiyle istikmâl-i irfân edeceklerinde tereddüt edilemez. Hele bizim gibi avâm-ı mü’minîn için öyle bir mürşide intisapla istirşâd yolunu tutmak elzemdir.

Allahümme enfa’nâ bi-fuyûzâtihim vahşurnâ meahüm.[2]

 

 


[1] Beyhakî, el-Medhal, s.164; Ali el-Muttakî, Kenzü’l-Ummâl, 1002.

[2] 2 Rebiulevvel 1332 [29 Ocak 1914] Perşembe. Cerîde-i Sûfîyye, sayı 81, sy.346-347.

 

 

Diğer Yazılar