Günberi
Kalbe Vukuf - Ebubekir Koçak - 25 Haziran 2021
Ku ku ku… Yusufçuk kuşunun sesi, sesi oldu.
Berrak gökyüzü tan yerinden kanıyordu. Deniz sahile küçük dokunuşlar yaparak karayı hasretle kucaklıyordu. Cemal düzensiz gibi görünen bu dalgalanmada bir ritim arıyor, sonraki dalganın zamanını keşfe çabalıyordu. Sahile vuran dalgaların köpüğü kumlar arasında kayboluyorken genzindeki tuzlu olduğuna hükmettiği deniz kokusunu ağzında gezdirdi. İster büyük isterse küçük olsun dalgaların kumsalca emilmesi içini acıttı. Çömeldi sağ eliyle bir kuş yakalar gibi kaptığı kumu hasmına sallayacağı bir yumruk gibi avucunun içinde tüm gücüyle sıktı, sıktı. İncecik kumların parmaklarının arasından kum saatinden akar gibi boşalmasını ve hafifçe esen rüzgarın emrine girişini sükunetle izledi. Zaman durdurulamaz şekilde geçiyordu. Ufku kaplayan denize bakarak balıkları düşündü. Denizin altında kim bilir daha neler vardı. Zihninde bir deniz altı dünya kurmaya çalıştı. İlla da kırmızı balıklar koydu bu hayale. Gözü istemsizce yüz kulaç ötedeki tekneye kaydı. Balıkçıların hareketlerinden denizden ne çektiklerini kestirmeye çalıştı. Son vuran dalganın yakaladığı ritmi bozmasıyla da dikkati dağıldı. Bu ritmi gün gelip yakalayacağına dair his, bir de sürekli eli boş dönen fakat umudunu yitirmeyen balıkçılarda vardı. Zaman kızıl duvağını açmıştı güneşin. Denizin kokusundan derin bir nefes çekti. Yutkundu.
Sokağın canlı bir organizmaya benzeyen hareketliliğinden sıyrılıp kuytu bir masada kendisini zulaladı. Sırtını duvara vererek kaş altından insanların kendisine bakıp bakmadıklarından emin olduğunda, üstü hasır iskembeye oturmuştu bile. Günlük hayatın getirisini götürüsünü bir kenara bırakmaya çalışarak avucunun içinde kaybolan buharı üstünde çayından uzunca bir yudum hüpletti. Ne kokmuş bir leşin çürümüş etinde top olmuş kımıl kımıl kurtçuklar gibi kimin nereye gittiği belirsiz somurtkan insan keşmekeşi ne de öfkenin nefretin kibrin kusmuğu korna motor sesleri etkiledi kendini. Havanın kararmasından yağmurun yağma ihtimalinin yüksek olduğunu düşündü. Sevindi.
Soğuk ışığıyla dünyaya olan ilgisini kesmiş gibi kendi halinde ilerleyen ayın yüzü bir parça bulutça tüllendi. Şehir şuh bir sessizlikle gecenin koynuna sokuldu. Ayakta olduğu halde sağ eliyle kulpuna sıkıca yapıştığı hazır kahve dolu bardağın içinde sol elinde tuttuğu kaşığı acemi bir yavaşlıkla asimetrik gezdiriyordu. Cemal insanların bu saatlerde neler yaptığını düşündü. Karanlığın gizinden kaçmayı başarmış sırnaşık birkaç fikirden göstermelik kurtulmaya çalıştı. Terli bir geceyi dinlenmeden geçirip işe giden insan sayısını kabarttı gözünde. Bununla toplumsal olaylar arasında sebep sonuç ilişkisi olabilme ihtimali üzerinde dururken tam da su üzerindeki buzların kırılışını andıran fakat daha kısa süren bir çatlama sesiyle zaman ve mekana hızlı bir dönüş yaptı. Başını hafifçe öne eğerek doksan derecelik açıyla elinde hala kulpundan tuttuğu bardağın tam ortadan ikiye şaklanmış yarısına baktı kaldı. Diğer yarısı kahve ile birlikte hesapsız savrulmuştu. Başı sabit olduğu halde gözleri yere kaydı. Kahvenin zeminde oluşturduğu şekle Rorschach mürekkep testine bakar gibi bakarken zihninde birkaç düşünceyi sektirdi. Gözleri ışıldadı, yanakları gerildi, elmacık kemikleri şişti, üst dudağı yukarı yönlü hareket ettiğinde göbeğinin üç beş defa hoplaması aynı anda oldu. “Burhanımızı görmese Yusuf da ona meyletmişti” bilgisinin kutsallığıyla bir kez daha yumdu içini. “Cümleler doğrudur sen doğru isen” dedi.
Işık karanlık, gül diken, iyi kötü, siyah beyaz, güzel çirkin, antimadde derken durakaldı. Bu düşüncelerin zihninde cevelan etmesinin sebebini anlamaya çalıştı. Gecenin son yarısı ayaz gibi açılan gözlerini boş bir çabayla yummaya çalıştı. Kendini bir sağa bir sola devirdiyse de uyumak mümkün olmadı. Evden çıktı. İnsansız sokaklarda başı boş dolaşan köpeklerin ilahi bir davetle harekete geçmişler gibi sağa sola koşturmalarını izledi, temkinle yanlarından geçerken. Bu temkin ve cesaretle dirileşti. Sahile vurdu deli kuvveti gelmiş bedenini. Kanı çekilmiş boş bir aydınlıkla geceye direnmeye çalışan şehre verdi sırtını. Deniz öfkeliydi. Paltosunun yakalarını kaldırarak oturduğu kanepede düşünceli düşünceli içine yumuldu. Oldum olası uzun süre kalamazdı bir nehir veya deniz kenarında, su sesi yorardı onu. Derken iki gencin kendisini görmezden gelerek aralarında sürdürdükleri konuşmalarına verdi dikkatini. Manav önünden aşırdıkları iki kasayı ayak marifetiyle kırdılar. Yaktıkları ateşin başında ellerindeki paketlerden çıkardıkları ekmekaralarını yemeye koyuldular. Büyük bir günahkarın yakarışı gibi yanan ateşe baktı, elektrik kesintilerinde çocukların yaşadığı sevinçle.
- Abi kopar bi parça be.
- Hayır teşekkür ederim.
Uzattığı içecek için de ret cevabı alan geçlerden iri kıyım olanı emecek çocuk keyfiyle yerine döndü. Hiçbir şey olmamış gibi konuşmalarına kaldıkları yerden devam ettiler.
Aradan geçen zamanın ve çevresinde olan bitenin farkında olmadan otururken yanında bitti önceki genç.
- Bir parça bundan al bari.
Paketini yanında açarak uzattığı kolay kırılması için kalıp kalıp mamül çikolatadan iyi niyet göstergesi olarak ve nerden kırılacağını merak ederek kopardığı bir parçanın yarısını ön dişleriyle kütürdetti Cemal. Bundan cesaret almış olacak ki beriki yanlarına ateşin başına davet etti. Koyu bir muhabbete birden daldılar kırk yıllık ahbap gibi. Konuşmalarının çakırlaştığını farkeden Cemal müsaade istedi. Tan ağarmıştı. Bir içim su gibi olan fecre arada göz atarak yürüdü. Yüzünde uhrevi bir aydınlığın belirdiğinden habersizdi. Kime sorsan camiden çıktıklarını söyleyeceği el ele tutuşmuş nurtopu iki ihtiyar yanından geçerken selam verdiler dönüş yolunda. Dinginleşen ruhuyla eve ne çabuk geldiğine şaşaladı.
Market tereklerinde aradıklarını bulmaya çalışırken marketi yağmalar gibi arabasını dolduran birkaç müşterinin arasından yalpa yalpa geçebildi. Her zaman güler yüzlü olmak zorunda olan kasiyerlerden bir kasiyere acıma duygusuyla uzattı ürünleri. İnsanların kahrını çekenlere duyduğu derin saygıdan olma, harcadıkları emeğin karşılığı olmayan aldıkları düşük ücretten doğma idi bu acıma. Verdikleri emeklerin üstünü ödemeye çalışıyordu kendince Cemal. Böylece dağınık duygularını tümletti kasiyere. Tutan bedeli ödemek üzere elini cebine attığında çıkardığı bozukluklar dahil paranın tam da talep edilen miktar olmasına sevindi. Alemdeki düzenin aksamayan bir parçası gibi hissettiriyordu bu tür durumlar ona. Yaptığı hamleyle rakibini açık düşüren ve fakat hataya sevkeder endişesiyle sevinmeyen itidalli bir güreşçi edasıyla yüklendiği poşetler elinde olduğu halde kapıyı omuzlayarak marketten çıktı.
“Gidişimden kimse mesul değildir” yazısını rahatça görünmesi için üzerini boşalttığı masanın üstüne koyarak evden çıktı. Nereye gideceği hakkında en ufak bir fikri yoktu. Asansörü olmayan, boşluğuna bakınca helezonik bir görüntü oluşturan dar merdivenli apartımanın çatı katından aşağı hızla indi. Zemine geldiğinde ayakları yeni yürüyüş düzenine alışıncaya dek birkaç kez sendeledi. Avını bekleyen kedi gibi tetikte zihin açıklığıyla, limandan maviliklere açılan bir tekne gibi caddedeki insan kalabalığına yandan yamanarak karıştı. Apartımanın giriş kapısından çıkarken bilincinin baskısıyla sağ tarafı seçmişti. O yönde devam ederken pür dikkat kendisine yol gösterecek bir işaret arıyordu. Bu işaretler hemen her şey olabilirdi. Önemli olan kendisinin bunlardan bir anlam çıkarabilecek ruhi kıvamda olmasıydı. Yoksa aslında gördüğü duyduğu işaretlerin hepsi birdi. Önünde yüksek ökçeleriyle takırdaklı, hatları kıvrımlı, güzelliğinin farkında olan kadınlardaki mağruriyetle emin adımlarla oklava yutmuş gibi yürüyen kadını arkada bırakmak için adımlarını hızlandırınca farkına varmadan yaptığı gibi bedeninin üst tarafını hafif öne alarak geçti. Tam da o anda caddenin diğer yakasına geçiş için yer alan yaya geçidinin trafik lambasının yeşile döndüğünü gördü ve tereddütsüz doksan derece sola dönerek caddenin karşısına geçti. Ciğerden bir şarkı tutturdu kim ne der demeden. Yanıbaşından rüzgarın elinde oyuncak olmuş bir çınar yaprağı geçti. Yaprağın tahmin edilemez konup göçmelerine, kurumuş dudaklarlarını hafif sıkarak, balon gibi şişen yanaklarla bir nefes puflatarak baktı. Hiçbir şey düşünmeden, kendisini rüzgarın emrine bırakarak bu yaprak gibi sürdürebilseydi tüm hayatını ne de güzel olurdu. Çoğu zaman aklına gelip giden fakat henüz olgunlaşmamış bir düşünce yine yokladı. Dış dünyada her ne görüyorsak iç alemimizde, kalbimizde bunun bir yansıması vardı zannınca. Veya aslında baktığımız aynıydı; iç ve dış diye bir şey yoktu. Bu düşünceye ilk defa bir rıhtımda, berraklığıyla sanki bu dünyadan değilmiş izlenimi veren ayak ucundaki denize bakarken kapılmıştı. Denizin derinliklerine bakarken kısa bir an sanki önündeki baktığı yer aslında kalbiymiş gibi olmuş, sonrasında aynı berraklığı oradan uzaklaşsa da bir müddet daha içinde hissetmeye devam etmişti. İçimizde her ne varsa dışımızda; dışımızda her ne varsa içimizde şeklinde formüle etti bu düşünceyi. Tam da bu konuyu kapattığında bir otobüs durağının yanından geçtiğini ve durakta otobüsün son yolcusunun ikinci ayağının yerden yenice kesildiğini farketti. Elini havaya kaldırarak kaptan diye gürlemesi ve hala açık kapısından otobüse hantalca vücudundan beklenmedik çeviklikle pire gibi sıçraması zincirleme oldu.
- Selamun aleyküm.
- Aleyküm selam .
- Teşekkür ederim kaptan.
- Görevimiz.
Boş yer olduğu halde ayakta durmayı tercih ederek otobüsün arka tarafında konumlandı. İçinde yaptığına itiraz eden bir sesle boğuşsa da otobüs yol almaya devam ediyordu. Dikkati dağıldı. Nerede inmesi gerektiğine dair ipuçlarını kaçırmış olabileceğini düşündü. Kararsız karamsarlıkla sağına soluna bakınırken şoförün hızlı bir manevra yapması sonucu ayaktaki yolcular için otobüsün tavanına iliştirilmiş tutamağa sıkıca yapıştı. Bu sarsıntının içindeki karamsarlığı yıkmak için olduğuna yordu, öyle de oldu. Şehrin ana meydanlarından birine gelince tüm kapılar açıldı. Burası son duraktı o da indi. İndiği yerde yön gösteren tabelaların işaret ettiği yöne doğrulttu yolunu. Ana caddeyi dik kesen sokaklardan birinin tam köşesindeyken az ötede iki arkadaşın konuşmalarından haydi gidelimi makasladı. Onların girdiği bu sokakta karar kıldı. Elli yüz metre kadar gitmişti ki arkasından gelen bir arabanın sağa dönmesiyle o da sağa döndü. Yine bir yol ağzına gelmişti. Tam sağa dönme niyetiyle hamle yapmıştı ki çok sert bir korma sesi ile irkildi. Soldan devam etti. Tam da önünde şen şakrak koşturan çocuklarların gittiği yöne yani sağa döndü ki olduğu yerde donakaldı. Çıkmaz bir sokakta idi. Genişçe bir arsa ve devasa bir duvar vardı karşısında. Duvarın üzerine siyah boya ile top oynayan çocuklarca çizlmiş bir kale vardı. Kalenin ortasında kocaman bir yazıyla yazılmış gooool yazısı içine saplandı. Kendisiyle alay edilmiş çocuk mahcubiyeti ve hüznüyle olduğu yerden yüz seksen derece geri döndü. Güzel başka da gidilecek yer yoktu, olsa da artık işaretleri takibi bırakmıştı. İliklerine kadar hissettiği acziyetle kusacak gibi oldu. Hiçbir şey düşünmeden yürümeye çalıştı. Ne kadar ve nereye gittiğini bilmeden sokaklar arasında savrulurken uzun süredir ağzına bir lokma girmediğinden acıktığını hissetti. İlk gördüğü lokantadan içeri süzüldü. Lokantanın “L” harfi şeklinde olduğunu görünce caddeden görünmeyen “L”nin kuyruk kısmına geçti. Masaya yerleşirken karşı masada oturan müşteri ile göz göze geldi. Bu kişiyi tanıyordu. Görmeyeli yıllar olmuştu. O da kendisini tanıdı ve masasına buyur etti. Artık şaşırmıyordu. Otomatik bir hareketle kendisinden yaşça büyük bu kişinin masasına oturdu. Fakat ikisi de adlarını teyit ettikten sonra hemen hemen hiç konuşmadılar. Masanın üzerinde duran ajandaya gözü ilişti. Bunun üzerine tanıdığı kişi ajandayı açarak kendisine aradan arayarak bulduğu birkaç notu okuttu. “Hayatta tesadüfe tesadüf edemezsin” (Sokrates). “Aramakla bulunmaz, bulanlar arayanlardır” zihninde kalacak olanlardı. Konuşmalarının pek çoğunu anlayamıyordu. Kopuk sopuk belirli bir mantığa sahip olmayan fakat kendi içinde tutarlı sözlerdi bunlar. Kimsenin bilmediği bir dile ait tutarlılık. Zaman zaman ruh sağlığının yerinde olup olmadığı tereddütünü yaşamış biri olarak bu kişinin kendisinden çok daha ileri düzeyde tecrübeler yaşadığını farz etti. Ancak şu kadarı kesindi ki temelde hikayeleri çok benziyordu. Mekandan ayrıldı dalgın dalgın yürümeye başladı. İşte bu da Cemal’in bir yol ayrımına geldiğini gösteriyordu. Nihayetinde Cemal böyle değildi yaşarken oldu her ne olduysa. Mensupları dahil kimsenin bilmediği bir dünyanın eşiğinde olduğunu bir adım daha atarsa bu dünyaya geçiş yapacağını ve bunun geri dönüşü olmadığını hissetti. Denizce sarmalanmış bir balık olmaktan bıkmıştı. Deniz olmak istiyordu.
Hu Hu Hu… Sesi yusufçuk kuşunun sesi oldu.
Ebubekir Koçak
Finike Kış 2018