İmâm-ı Rabbânî ve Şahsiyet-i Tasavvufiyesi
İrfana Vukuf - Fatih Yıldız - 28 Aralık 2021
Yazan: Şeyh Hüseyin Sadeddin [Sadettin Nüzhet Ergun]
Milli Mecmua, XXVII/XXVIII/XXXI, 1340-1341
-1-
Asıl ismi, Mevlânâ eş-Şeyh Ahmed b. Abdüllehadü’l-Farûkî olan İmâm-ı Rabbânî 971/1564 senesinde Hindistan’ın Dehli ile Lahor arasındaki Sirhind beldesinde dünyaya geldi.
Sıgâr-ı sinninde iken Kur’ân’ı hıfz etmişti. Aynı zamanda pederi Şeyh Abdüllehad’dan da telemmüz eyliyordu. Sonra Siyâlkût’a rıhlet etti. Orda Mevlânâ Keşmîrî’den kütüb-i mâkulâtı okudu. Kezâ Mevlânâ Yakûb Keşmîrî’den ve küberâ-yı muhaddisînden Şeyh Abdurrahman’dan hadis ahz eyledi. Kitab-ı tefâsir, sıhah-ı sitte vesaire okuduğuna dair icâze aldı. On yedi yaşına geldikten sonra ulûm-ı müdevvenenin tahsilinden fâriğ oldu. Tedris ve tasnif ile meşgul olmaya başladı. Arabî, Farisî lisanlarıyla eserler yazıyor, bu suretle Hindistan’da ilmî bir şöhrete sahip oluyordu. Az zaman sonra Dehli’ye geldi.
Hâce Abdülbâkî’den Tarîkat-ı Nakşîbendiyye’yi ahz eyledi. Fakat bununla iktifâ etmemiş, pederinden Tarîkat-ı Çiştiyye’yi, Şeyh İskender’den ve Şeyh Kemal el-Keytelî’den Tarîkat-ı Kadiriyye’yi ahz eylemişti.
Hâce Muhammedü’l-Bâkî, Müceddid hakkında pek ziyade takdirkâr bulunur. Bilhassa bazı ekâbire yazdığı mektuplarda “Şeyh Ahmed-i Sirhindî, kesîrü’l-amel, kaviyyü’l ilm bir racüldür. Fakîrin meclisinde az zaman bulunduğu halde acâib-i kesîresini müşahede ettim. Görülüyor ki avâlimin tenvîrine bâdi bir şems-i taban olacaktır.” derdi.
Filhakika bir müddet sonra mesned-i irşâdı ihraz etmiş, feyzi Maveraünnehir, Anadolu, Şam kıtalarına kadar sereyân eylemişti. Bilhassa ashâb u yârânına yazdığı mektuplar pek makbule geçmekte idi.
[Türkçe ve Arapça’ya tercüme edilen bu Farisî Mektubât’tan başka Müceddid’in Refîü’l-Merâtib, Risâle-i Tehlîliyye, İsbâtü’n-Nübüvve, Risâletü’l-Mebde ve’l-Meâd, Mişkâtü’l-Gaybiyye, Âdâbü’l-Mürîdîn, Maârifü’l-Ledünniyye, Reddü’ş-Şîa, Ta’likâtü’l-Avârif, Rubâiyyât-ı Hâce Abdülbâkî Şerhi gibi eserleri de vardır. (Sübhatü’l-Mercân fî Âsâr-ı Hindistan’dan naklen.)]
Bununla beraber bazı ulemânın itirazına hedef olmaktan da kurtulmuyordu. Ezcümle kendi makâmâtından bahseden bir mektubunu ulemâ beğenmemiş, Sıddîk-ı Ekber’in fevkinde bir makam iddia ediyor diye şeyhi Hint valisi Sultan Cihangir’e ihbar eylemişlerdi.
[Bana öyle bir makam-ı nûranî zâhir oldu ki hüsnün nihayet derecesinde ve Sıddîk-ı Ekber makamından biraz mürtefî idi. Bu makamın makam-ı mahbûbiyyet olduğunu anladım. Mülevven ve münakkaş idi. Onun in’ikası ile latîf olan nefsimi de mülevven ve münakkaş buldum. Hava yahut bir parça bulut gibi âfâka münteşir oluyordum. Âfâkın bazı taraflarında münbasıt oldum. Hâce Muhammed Bahaeddin, Sıddîk-ı Ekber makamında bulunuyordu. Ben ise kendimi onlara muhâzî buldum. (Sübhatü’l-Mercân fî Âsâr-ı Hindistan’dan naklen.)]
Vali şeyhi huzuruna celb etti. Müceddid, cevaptan aciz kalmadı. Dedi ki “Hudâmınızdan en ednâsını bir iş zemîninde celb eder ve ona gizlice bir söz tevdi’ edersiniz. Hâlbuki o hademe nezdinize gelebilmek için bütün ümerânın önüne geçmesi lâzım gelecek; müteakiben yine kendi mertebesine inecektir. Şimdi bu hâdimin böyle hareketinden dolayı ümerânın fevkinde olması lazım gelir mi?”
[İmâm-ı Rabbânî, sultanın huzurunda verdiği bu muhtasar ifadeden başka daha veciz birtakım ifadelerde de bulunmuştur ki şahsiyet-i tasavvufiyesini ibraza ait vesâikten olacağı cihetle aynen naklediyoruz:
“Ben o makamın in’ikasıyla nefsimi mülevven ve münakkaş buldum dedim, vâsıl oldum demedim. Vicdan ile vusûl beyninde, çok fark vardır. Fakir, bazı kere kendimi, sultan bulsam, halbuki saltanattan bir râyiha koklamamışımdır. Bir de o makamın in’ikasıyla nefsimi mülevven buldum dedim, o makam ile demedim. Şemsin makamı felek-i râbi olduğu halde ziyası arza vâki olur. Fakat arz bu ziya ile şemse vâsıl olmaz. Sâlik, makamât-ı urûcda çok kere kendini kendinden bi’l-ittifak efdal olanın fevkinde görür. Bu iştibah bazı kere enbiyaya nispetle de vâki olur. Halbuki enbiyâ kat’iyen efdal-ı halâiktir. İşte bu ağlât-ı sûfîyyedendir. Bazı kimselerin menşe-i galatiyyeti de bu olmuştur ki, enbiyâ ve evliyâdan her birerlerinin urûcu vücutlarının mebde-i taayyünâtı olan esmâyadır. Bu urûc ile de onlara ism-i velâyeti tahakkuk eder. Saniyen o esmâda urûcları o esmâdan Allah’ın dilediği şeye kadardır. Bu urûc ile beraber her birerlerinin makamı kendi taayyün-i vücûdiyyesinin mebdei olan isimdir. Bundan dolayı onları makamât-ı urûcda talep edenler alelekser o esmâda bulurlar. Zira merâtib-i urûcda onların emkine-i tabiyyesi o esmâdır. Avârızın urûzu ile urûc ve hübût o esmâdandır. Hâli fıtrat olan sâlikin seyri o esmânın fevkinde vâki olduğu vakit lâ-cerem kendisinden efdal olanın isminin fevkine suûd eder. Kendisinin o efdalden efdâliyyet-i tevehhümü hâdis olur. Bu tevehhüm ile taayyün-i sâbıkın zâil olmasından efdâliyyet-i enbiyâda ve evleviyyet-i evliyâda iştibah husûle gelmesinden Allah’a sığınırım. Zira onlar bi’l-icmâ efdal-i nâsdır. Ve bu makam mezâlik-i akdamdandır. O sâlik, ekâbirin nihayeti olmayan meârice urûclarını ve fevkin fevke vusûllerini bilmez ve o esmânın onlara emkine-i tabiyye olduğunu idrak etmez. O esmâdan daha aşağı ve ednâ mekân-ı tabiî olduğunu da teyakkun etmez. Zira her şahsın efdaliyeti, mebde-i taayyünü olan isminin akdemiyeti itibariyledir. Şeyhin; “Ârif, makamât-ı urûcda çok kere berzâhiyet-i kübrâyı hâil bulmaz ve bilâ-vasıta terakki eder.” dediği bu kabildendir. Mürşîdimiz Hâce Abdulbâkî, “Râbia-i Basriyye o cemaattendir.” derdi. Onlar vakt-i urûclarında berzâhiyet-i kübranın mebde-i taayyünü olan ismin fevkine mürûr ettikleri vakit, berzâhiyet-i kübrâyı hâil değil, tevehhüm ederler. Berzâhiyet-i kübrâ ile murat Hazreti Risâlet-i Hâtemî’dir. Bazı kimselerin menşe-i galatiyyede sâlikin seyri mebde-i taayyünü olan isimde vâkî olur. O isim alâ sebilü’l-icmâl cemî esmâyı câmîdir. Sâlikin câmîi o ismin câmiiyyeti içindir. Sâlikin müntehâ-yı ismine vâsıl oluncaya kadar her bir isim üzerine mürûr eder. Bu takdirde onlar üzerine kendinin fevkiyyetini tevehhüm eder. Onların makamâtından gördüğü ve üzerine mürûr ettiği onların makamâtından bir numune olup hakikat olmadığını bilmez. Bu makamda nefsini câmî bularak diğerlerini nefsinin eczâsı addeder. Lâ-cerem nefsinin evleviyetini tevehhüm eder. Bu makamda Şeyh Bestamî “Livâî erfa’ min livâi Muhammed” demiş, galebe-i sükreden livâsının nefs-i livâ-yı Muhammed’den erfa’ olmadığını bilmemiştir. Keza livâ-yı isminin hakikatı zımnında meşhûd olan enmûzec olduğunu idrak etmemiştir. İşte “Kalbin sâesi hakkında arş ve hâvî olduğu şey kalb-i ârifîn bir zevâyesine vaz olunsa ondan ârif için bir şey mahsus olmaz.” denildiği bu kabildendir. Burada enmûzecin hakikat ile iştibâhı vardır. Yoksa Allahu Teala’nın azîm sıfatı ile vasfeylediği arşın indinde kalb-i ârifîn itibar ve miktarı yoktur. Ârifîn bile olsa arşda olan zuhûrun aşr-ı âşiri kalbinde yoktur. Görmüyor musun ki rü’yet-i uhreviyye zuhûru arş ile tahakkuk eder. Biz şu makâli anâsır u eflâkı nefsinin eczâsı mülahaza eder ve şu mülahaza galip gelince “Ben arz u semâvâttan âzamım.” der, halbuki bu eb’ad değildir. Aklen o vakitte anlarlar ki onun azameti kendi eczâsına nisbetledir. Filhakika arz u semâvât onun eczâsından değildir. Belki arz u semâvât onun eczâsına enmûzec kılınmıştır. Onun azameti, eczâsı olan enmûzecleriyledir, küre-i arziyye ve semâviyyenin hakikati ile değildir. Şeyin enmûzecinin hakikatine iştibahdan dolayı Fütûhât-ı Mekkiyye sahibi demiştir ki “Cem’-i Muhammedî cem’-i ilahîden ecmâdır. Zira cem’-i Muhammedî hakikat-ı kevniyye ve ilâhiyye üzerine müştemeldir.” Sâhib-i Fütûhât bilmiyor ki bu iştimâl mertebe-i ulûhiyyetin zılalinden bir zıll üzerine ve enmûzeclerden bir enmûzec üzerine iştimaldir. Mertebe-i mukaddesenin hakikati üzerine değildir. Belki azamet ve kibriyâ levâzımından olan mertebe-i mukaddeseye nisbiyle cem’-i Muhammedînin mikdarı yoktur. Şu makamda seyr-i sâlik, rabbi olan isimde vâki olduğu vakit zanneder ki kendisinden efdal olan bazı ekâbir onun tevassutu ile bazı derecât-ı fevke vâsıl oldular. Ve onun tevessülü ile terakkî eylediler. Bu da mezâlık-ı akdâm-ı sâlikîndendir. Bu tevehhüm ile nefsimi efdal zannetmekten ve hasârât-ı ebediyyeye muttasıl olmaktan Allah’a sığınırım.
Hangi efdaliyyet? Bir melik-i azimü’ş-şan kendi memleketi dahilinde reis olan bir nahiyeye vârid olursa o reisin tavassutuyla bir şahıs bazı makâmâta vâsıl olur. Ve o reis o makâmâtı açtığından dolayı o kimse için fazl-ı cüz’î vardır. Fakat bu mebahisden hariçtir. Zira her karyenin bazı vücûh-ı mahsûsâda âlem-i zî-fünûn ve hakîm-i buklemûn üzerine meziyeti vardır. Bu efdaliyet ise itibardan hariçtir. İtibar ancak efdal-i küllî içindir. (Sübhatü’l-Mercân fî Âsâr-ı Hindistan, Seyyid Azad’dan naklen.]
Sultan şeyhin bu cevabına sükût ile mukabele etti. Maksadı terk-i itâb idi. Fakat huzurdan biri sultana hitâben “Bu şeyh mütevazı olması lazım gelirken tekebbür etti. Ve secde etmedi. Halbuki siz zıllullah ve halifetullahsınız.” diye mârûzatta bulundu. Bu söz sultanda derhal sû-i tesir icra etmiş ve Müceddid’in Gevâliyâr Kalesi’nde hapsine emir vermişti. Hâlbuki Cihangir’in oğlu Sultan Şah Cihan şeyhin muhlisi idi. Müceddid daha mahpus olmadan Efdal Han ve Hâce Abdurrahman namında iki elçiyi bazı kütüb-i fıkhiyye ile kendisine gönderdi.
Aldıkları emir üzerine Müceddid’e dediler ki “Ulemâ selâtîne secde-i tahiyyeyi tecviz etmişlerdir. Binaenaleyh eğer sultana secde ederseniz sizi şehzade kurtaracaktır.” Şeyh bunu katiyen kabul etmedi. “Ulemânın tecvizi ruhsattır. Azimet Allah’ın gayrisine secde etmemekle olur.” dedi. Sonra hapsedileceği kaleye getirdiler. Burada üç sene mütemadiyen kaldı. Nihayet sultan, askerle ikamet etmek ve devirlerde beraber bulunmak şartıyla şeyhi zindanından çıkarttı. Bir müddet de bu suretle harekete mecbur olan Müceddid müteakiben terhis edildi. Tekrar memleketi olan Sirhind’e avdet etti. 1034 senesi Sefer’inin 8. salı günü [20 Kasım 1624] 63 yaşında bulunduğu halde irtihâl eyledi. Ve Sirhind’e defnolundu.
İmâm-ı Rabbânî, âbid, zâhid, müttakî ve evliyaullahdan olmakla beraber marifette derece-i kemâle vâsıl olamamış bazı hakâyıkı idrak edememiştir.
Şeyh-i Ekber’i gayr-ı mantıkî delâil ile iptale çalışması bu cihettendir. Kelimâtında daimi bir tenâkuz mevcuttur. Bazı kere vahdet-i vücûdun akıl ve şer’e muhalif olduğunu ve buna kâil olanların evham ve hayâlâta kapıldıklarını söyler; bazı kere de vahdet-i vücudu sâlike ârız bir hâl olarak telakkî etmekle beraber Muhyiddîn-i Arabî ve etbâını taktir eyler.
Herhangi bir makalesi okunulacak olursa kendinin Şeyh-i Ekber’den yüksek olduğunu ve Şah-ı Nakşibend ayarında bulunduğunu anlatmak istediği görüleceği muhakkaktır.
[Şeyh-i Ekber tâife-i sûfiyyenin hüccet ve burhânıdır. Mamafih o da esrâr-ı gamzeyi kâfi derecede söyleyememiş pek çok dekâik muhtefî kalmıştır. Fakîr onların izhârına muvaffak ve tahrîrine müyesser oldum. Mektûbât, İmâm-ı Rabbânî’den naklen.]
Hâlbuki bu gibi sözler bir hakikati mütezemmin değildir. Hususuyla Şeyh-i Ekber’e itiraz aynıyla Şâh-ı Nakşibend’e itiraz gibidir. Zira her ikisi de vahdet-i vücûda kail olmuşlardır.
[Şâh-ı Nakşibend’in serahaten vahdet-i vücûda dair elimizde bir kitabı mevcut değilse de kelimâtından tevhîd-i Zât’ı kabul ederek o yolda telkinâtta bulunmasından vücûdiyyeden olduğu tezahür eylemektedir. Hususuyla Hazreti Mevlânâ’nın beyitlerini çok çok nakli bu müddeâmızı ispat eder. Zira:
Mâ âdemhâyim vü hestîhâ-yi mâ
Tu vücûd-ı mutlâk-i fânî nümâ
Dü mekvî vü dü medân vü dü mehvân
Bende râ der hâce-yi hod mehvedân
Hâce râ ez gayr-ı goften der kusûr
Şermidâr ey ehvâl-i ez şâh-ı gayûr
diyen Celâleddîn-i Rûmî’den kelam nakletmek şüphesiz onun mûtekidâtını kabul etmekle olur. Kelimât-ı Şâh-ı Nakşibend’e bakınız]
Bu itibar ile İmâm-ı Rabbânî’nin, “Şâh-ı Nakşibend ile hem-ayârım.” demesi bâtıl olur. Zira matlup olan tevhîd-i şühûd ise Şâh-ı Nakşibend’in dûn bir makamda kalması, tevhîd-i vücûd ise yüksek bir makamda bulunması lazım gelecek; her iki veçhile de bu iki sûfînin hem-ayâr olamaması iktizâ edecektir.
Nakşîlik hakkında yapılan ufak bir tetkik bize bugün Nakşîlerin vahdet-i vücûda kail olduklarını göstermektedir. Filvaki Muhammed Parsâ’nın Fusûsü’l Hikem’i Molla İlâhî’nin Vâridât-ı Bedreddin’i şerh etmeleri bu telakkiyatı tamamen kabul eylediklerine delîl-i sarîhtir. Hatta yakın zamanlarda yetişmiş olan Mevlânâ Hâlid’de vücûdiyedendir.
[Mevlânâ Hâlid’in âtiye derç ettiğimiz şu tahmîsi müfrit bir vahdet-i vücûd taraftarı olduğunu ispata kâfidir.
Gerçe der sûret zerrât-ı cihân cilvegerî
Lîk çun zat-ı tu ez jeng-i hoduset berî
Gâh der hor nemâyende vü gâh der beşerî
Ze beşer hevânemet ey dust ne hur u ne perî
İn heme ber tu hicâbest vü tu çiz digerî
Dilberâ ez tu vü hûbân cihanend hicâb
Bahr-i zehari vü ez her-çe tu manend hubâb
Ayn-ı envari vu gayr-i tu bûd-ı tab’-i serâb
Nûr-i pâki vü fesanest-i hadis-i gûl u âb
Lutf-ı mahz vü behânest libâs-ı beşerî
Nebûd câ-yi sohen nükte-i mahbûbi-yi tu
Nist meydân-ı hıred sahat mecbûbi-yi tu
Mürtedâ zi bed u bes şerh-i dil-aşûbe-yi tu
Hadd-i endişe-i nebâşed sıfat-i hûbî-yi tu
Her-çe endîşe kend hatr-i ez an hûb-terî
Behme-yi zerre bûd nisbet vü peyvend-i terâ
Der heme çiz-i eyyân dide-i hıredmend-i terâ
Lik der her du cihân nist çu mânend-i terâ
Hiç sûret ne tevânend ki kend bend-i terâ
Der suver-i zâhiri emmâ ne esîr-i suverî
Nist bi-sûz-i tu der rûy-ı zemîn hiç dilî
Nist bi-aks-i reht der çimen dehr gûlî
Nist bi-neşve-i vü ışket be harâbât-i melî
Cilve-i hüsn-i tevâz şekl-i meberast-ı velî
Mi tevânî ki be her şekl-i konî cilve-i kerî
Nist an-gûş ene’l-hak-zede-i Mansûr tuî
Be niyâz er ne nâre-i zen Tur tuî
Mütecellî vü tu cûyende-i ân nûr tuî
Der merâyâ-yı nazar-ı nâzır vü manzûr tuî
Vahdet-i Zât-ı tu ez vehm-i dubi hest berî
Hûb-i ışk bûd has tu der kevn-i mekân
Gâh der şive-i Yûsuf şevi ey dust-i ıyân
Gâh der kisvet-i Yakûb berveş-i negerân
Mi konî cilve-i nuhset ez rûh-i hûbân-ı cihân
Ve an ki ez dîde-i uşşâk-ı derumi-nigerî
Hâlidâ davî-i sâhib-nazar-ı çend-i âhir
Han negerdi bi-beri ehl-i hakikat kâfir
Gûş kon nükte-i an ser-fenâr-ı anâsır
Ger tuvâz-ı dîde-i uşşâk negerdi nâzır
Kist Câmî ki kend davî-i sâhib nazarî]
Halifelerinden Mevlânâ Ahmedü’l-Hâlidî [el-Ervâdî] de sırf vahdet-i vücûd neşvesiyle yazılmış olan Risâle-i Ehadiyye’1 yi şerh etmiş ve mündericatı meyanında demiştir ki: “Şeyh-i Ekber, hâtem-i evliyâdır, Hazreti Peygamber’in bütün ulûmuna vâristir, evliya içerisinde onun gibi bir ârif gelmemiştir.” İşte bugün bunlar Nakşîlerin ne derecede Muhyiddîn-i Arabî’ye muhip olduklarını ispat etmektedir.
-3-
İmâm-ı Rabbânî Kimin Muâkkibi Addolunabilir?
Vahdet-i vücûdun şer’î bir mahiyette olmadığını ve binaenaleyh buna kail olanların hata ettiklerini söyleyenlerin başında Alâüddevle Semnânî’yi görüyoruz. Halvetten pek ziyade lezzet duyan bu şeyh nasılsa Muhyiddîn-i Arabî’nin telakkiyâtını kabul edememiş ve aleyhinde bulunmuştu. Bu sûfînin kitaplarını İmâm-ı Rabbânî’nin gördüğü tahmin edilemezse de mânen onun tesirine kapıldığı muhakkaktır. Mamafih Alâüddevle eserlerinde kat’iyen ne vahdet-i vücûttan ne de vahdet-i şühûddan bahsetmemiştir. Eserleri doğrudan doğruya sülûk ve ahlâkıyâta aittir.2 Yalnız Nefahât’ta münderiç bir mektubunda Muhyiddîn-i Arabî aleyhinde bulunduğunu görmekteyiz.
Asıl İmâm-ı Rabbânî’yi bu telakkiyâta sevk eden sûfînin Şehabeddîn-i Sühreverdî olmaklığı muhtemeldir. Zira o da Şeyh-i Ekber aleyhinde bulunurdu. Gerçi Şeyh-i Ekber’e ne gibi noktalarda itiraz eylediği malum değildir. Fakat Fütûhât-ı Mekkiyye’de bu iki büyük sûfînin birbirleriyle mektuplaştıkları ve bazı hususatta Şehâbeddin’in, Şeyh-i Ekber’e itiraz eylediği münderiçtir. Bu mektupların bugün elde mevcut olmaması Hindistan ve daha sair yerlerde intişarlarına mani teşkil edemez.
-4-
Şeyh-i Ekber’in Mertebesi Noksan Değildir
İmâm-ı Rabbânî’ye göre Şeyh-i Ekber tekâmül edememiş ve gûya bütün ulûmu zann u evhâm derecesinde kalmıştır. Halbuki bu telakkiyât Şeyh’in idrâkâtını adem-i ihâtâdan neşet eylemektedir. Şeyh-i Ekber’i takdir etmeyen sûfî, her kim olursa olsun marifette zayıftır. Hatta ufak tefek bazı meşhûdâtına bile itiraz etse yine zayıftır. Nitekim Abdülkerim Cîlî’de böyledir. Bu zat da kitabının “İlm ü Kemal” bahislerinde Muhyiddîn’e itiraz etmiş, halbuki hiçbir suretle itirazında muhik bulunmamıştır.3 Yukarıdan beri saydığımız bu dört sûfîden başka da Muhyiddîn-i Arabî’ye itiraz eden veli görülememektedir. Eğer İmâm-ı Rabbânî’nin dediği gibi Şeyh-i Ekber marifette noksan kalmış bulunsaydı bu itiraz edenlerin bir ekseriyet teşkil etmesi lazım gelecek ve milyarlarca müntesibi olan bir kitlenin içerisinde yalnız dört mahdut zatın itirazına münhasır kalmayacaktı.
Acaba bunlar Muhyiddîn-i Arabî’nin kemaline nakîsa îrâs edebilir mi? Hatta üç zat istisna edildiği takdirde bütün ulemâ da Şeyh’in kemâlât-ı ilmiyesini tasdik etmiş ve onun vâridât ve keşfiyâtını hüsn-i sûretle kabul etmişlerdir. Nitekim Fahreddîn-i Râzî,4 Kadı Beyzâvî,5 İbni Hâcer Heysemî,6 Sadeddin Teftâzânî,7 Seyyid Şerîf Cürcânî,8 Muhyiddîn-i Yavsî,9 Ebu’s-Suud,10 İmâm Birgivî11 gibi eâzım bu zümredendir.
Sûfîye ve mutasavvıfe zümresine dahil bulunan eâzım, şeyhin kemâlâtı karşısında dehân-ı itiraz açmak şöyle dursun, lisân-ı hakikatle telaffuz etmekten bile çekinmişlerdir.
Sâdeddin-i Hamevî Şam’da Muhyiddîn-i Arabî’yi ziyaret ettiği zaman “O bir deryâdır ki ka’rına erişmek asla mümkün değildir.” demiştir.
Hazret-i Mevlânâ Şeyh-i Ekber’den pek müstefid olduğunu söylemiştir. Divân-ı Kebîr’indeki bir gazelinde diyor ki:
Mâ âşık u sergeşte vü şeydâ-yı Dımeşkim
Cân dâde vü dilbeste be-sevdâ-yı Dımeşkim
Ey subh-ı saâdet cûbenâ bi-yed-i ze ansu
Her şâm u seher mest-i seherhâ-yi Dımeşkim
Ender cebel-i sâliha kanist ze gevher
Men der talebeş garka-i deryâ-yı Dımeşkim
Ez mesken-i me’lûf çub girift-i dil mâ
Mâ tâlib-i te’lif zâniyâ-yı Dımeşkim
Mahdûme-yi Şemsü’l-Hak Tebrîz der ancast
Mevlâ-yı Dımeşkim vü çe mevlâ-yı Dımeşkim
Abdulvehhab Şârânî Şeyh-i Ekber’i en yüksek derecede bulmuş ve onun âsârını büyük bir muvaffakiyetle şerh eylemiştir.12
Celâleddîn-i Süyûtî gibi mütebahhir ve ârif bir âlim de Tenbihü’l-ğabî bi tebrieti İbni Arabî nâmıyla bir eser yazmış ve akvâl-ı şühûdiyesinin hilâf-ı şer’ olmadığını ispat eylemiştir. Kezalik Allâme Hatib Şirbinî, İbni Âbidin gibi allâme de Şeyh-i Ekber’in fezâil-i mâneviyesinden uzun uzadıya bahs eylemiştir.
Şeyhülislam Sirâceddin Mahzûmî demiştir ki “Muhyiddin’e inkardan hazer ediniz. Zira ona buğz ve adâvet edenlerle onun meşhûdâtını inkâr edenlerin akıbetinden korkulur. Kelimâtına itiraz nûr-ı beşeriyyenin intimâsına sebep olur.”
Muhyiddîn-i Cendî demiştir ki “Biz ehl-i tarîkatın hiçbirisinden onun itlâ kesb ettiği şeyi göremedik.”
Sirâceddin el-Bulkînî, İmâm-ı Yâfî, Muhammed el-Mağribî, Kutbeddîn-i Şîrâzî, Abdullâh-ı Zehebî gibi eâzım da daimi surette Şeyh-i Ekber’in senâ-hânı olmuşlardır.
İşte İmâm-ı Rabbânî’nin dediği gibi Muhyiddîn-i Arabî marifetten noksan olaydı ve bi’n-netice hilâf-ı şer’ söz söyleyeydi bu zevat şüphesiz ki kabul etmeyecek ve reddedeceklerdi. Demek ki bu sûfîyi iyi okumak anlamak lâzım gelir.
-5-
Vahdet-i Şühûd Sabit Olabilir mi?
İmâm-ı Rabbânî’nin kabul eylediği vahdet-i şühûd sabit olamaz.
[Tevhîd-i şühûd “bir bilmek”, yani sâlikin şühûdu birden gayrı olmamaktır. Tevhîd-i vücûd ise “bir mevcut bilmek ve onun gayrını mâdum mülahaza eylemektir.” İşte şu tafsilattan anlaşılıyor ki tevhîd-i vücûd ilme’l-yakîn, tevhîd-i şühûd ayne’l-yakîn menzilesindedir. (Mektûbât, İmâm-ı Rabbânî’den naklen.)]
Zira şühûdda masivâullahı adem-i rü’yet ve yalnız Hakk’ı rü’yet vardır. Halbuki mademki masivâ vardır. Bu rü’yet sahih değildir. Eğer sahih ise vahdet-i vücûd sabittir.
Bu itibar iledir ki vahdet-i şühûdu idrak, vahdet-i vücûdu idraka mukaddime teşkil etmektedir.
Kaynaklar
1 “Men arefe nefsehû” Risâlesi’de denilen bu eser Şeyh-i Ekber’indir. [Eser aslen Ehvadüddin Belyânî’ye aittir.]
2 Kitâb-ı Urve ve Kitâb-ı mâ la büdde fi’d-dîn’e bakınız.
3 İnsân-ı Kâmil’e bakınız.
4 Fahreddîn-i Râzî’ye Muhyiddin-i Arabî hakkında sordukları zaman “Kâne eş-Şeyh Muhyiddîn velîyen azîmen” diye cevap vermişti. (el-Yevâkit ve’l-Cevâhir’e bakınız.)
Kezalik Muhyiddin-i Arabî’nin telkinatı reddetmediği de Esmâü’l-Hüsnâ Şerhi’ndeki şu cümlelerinden anlaşılıyor “İnne nûre’l-zâhire hüve’n-nûrullezi yazheruhû külli şey’in hâfî ve’l-hefâ leyse’l-ademü ve’z-zuhûru leyse’l-vücûdu ve’l-hakku sübhanehu mevcûdun lâ-yakbilû’l-âdeme fe hüve ke’n-nûru’llezî lâ-yekbilû’z-zulmete ve hüvellezî vecede bihî külli mâsivâhu fe hüve münevviru’l-küllü zulmetin ve muzhiru’l-küllü hefâin fe’n-nûru’l-mutlaku hüvallahü teala bi’l-hüve nûru’l-envârî.”
5 Tefsirini dergâhtaki müridân için yazan bu zat, vahdet-i vücûd esâsâtını tamamıyla kabul eylemiştir.
6 Kendisi tarîkat-ı Şaziliyyeye müntesiptir. Fetavâ-yı Hadîsiyye’sinde Şeyh-i Ekber’i fevkalâde takdir etmekte ve onun telakkiyâtını kabul eylediğini söylemektedir.
7 Bidayette vahdet-i vücûd aleyhinde bulunurken, bilahere tasdik etmiş ve yazdığı Hadîs-i Erba’în Şerhi’nde bu telakkiyâtını tasrih eylmiştir. Yâkûb-ı Çerhî’ye müntesip idi.
8 Nizâmeddîn-i Hâmuş’un müntesiplerindendir. Kendisinin bir Vahdet-i Vücûd Risalesi de vardır.
9 Şeyhülislam Ebu’s-Suûd Efendi’nin pederi olan bu zat Bedreddin’in Vâridât’ını şerh etmiştir. Gerek oğlu ve gerek kendisi Şeyh-i Ekber kemalini fevka’l-gâye bulmuşlardır.
10 Muhiddîn-i Yavsî’nin oğludur.
11Tarîkat-ı Bayramiye’ye müntesiptir. Şeyh-i Ekber hakkındaki sözleri için Tarîkat-ı Muhammediyye’ye bakınız.
12 Bu hususta fazla tafsilat için el-Yevâkit ve’l-Cevâhir’e bakınız.