Tasavvufta Seyr ü Sülûk
İrfana Vukuf - Alirıza Farımaz - 28 Mayıs 2021
İnsanlık tarihi boyunca birçok inanç geleneğinde olduğu gibi İslami anlayışta da sefer kavramı önemli bir yer tutmaktadır. Nassta pek çok yerde zikredilmesinin yanı sıra, İslam tarihinin önemli dönüm noktalarından olan Hz. Peygamber’in hicretini merkeze alarak bir anlam dünyası inşa eden İslami gelenekteki yolculuk mefhumu maddi anlamının yanında bir de manevi anlama sahiptir. Hicret müslümanlara maddi bir hürriyet alanı sağlarken, manevi anlamda cehaletten saadete doğru -nefsin sultasından tam bir abdiyyete dayalı hürriyet anlamına gelecek- bir yolculuk da yine Hz. Peygamber rehberliğinde ve önderliğinde gerçekleşmiştir. Farz olan Hac ve umre, hususen İslami ilimler geleneğinde de ilim talebi vesilesiyle rıhle gibi örneklerle maddi sefer daima Müslüman zihninde merkezi konumunu korumuştur. Bu maddi yolculukların da hakikatlerinde manevi yönleri olup yine sûfî müelliflerce açıklanmış olmakla beraber, İslami ilimler içerisinde tasavvuf hususen kişinin kemale ve vuslata doğru giden manevi yolculuğuna odaklanmaktadır. Bu ilmin merkezinde yer alan seyr ü sülûk, kişinin Tasavvufi çerçevede ortaya konulan esaslar doğrultusunda gerçekleştirdiği manevi yolculuğa verilen isimdir. İslamın ilk dönemlerinden itibaren bu manevi yolculuğa dair içeriği, yöntemi, durakları vs. gibi birçok husus hakkında sûfîler farklı ifadeler kullanmışlar, tasavvufun ilimleşmesi sürecinde de belirli kavramlar üzerinde ittifak edilmiş ve bunlardan hareketle bir anlatı inşa edilmiştir. Bu metinde, zikredilen kavramlar üzerinden tasavvufta seyr ü sülûk anlatılacaktır.
Tasavvufun gayesi en özet şekilde ifade edilecek olursa “insan-ı kâmil” yetiştirmektir.[1] Bu amaca matuf şekilde bir insanın yetişmesi sürecine de seyr ü sülûk adı verilmektedir. Bu süreçte var olan ve olabilecek neredeyse her şey keşf ile müşahedeler ve asırlar boyu edinilen birikimden hareketle isimlendirilmiş, ilim geleneğinde de kavram hâline gelmiştir. Bunlar genel anlamda seyr ü sülûk kavramları şeklinde isimlendirilmektedir. Önemli tasavvuf klasikleri arasında yer alan Hâce Abdullah Herevî’nin (v.481) Menâzilü’s-sâirîn’i de bu kavramları izah için yazılmış bir eser olup başlığı da bu duruma işaret eder şekilde “seyr edenlerin/yoldakilerin durakları” anlamına gelmektedir. Bu kavramlar aşamalara, kişilere, yaklaşımlara, yöntemlere, kurumlara, tavırlara yahut meselelere işaret edebilirler. Bu bağlamda bunları açıklarken öncelikle seyr ü sülûk kavramının kendisinden bahsetmek gerekmektedir. Kavramı oluşturan iki kelimenin ilki olan seyr lugatte gezme, yola koyulma ve yolu yürüme anlamlarına gelmektedir.[2] Tasavvufî bir kavram olaraksa manevi bir hareketi ifade eden seyr, beşeriyetten ve nefse tutsaklıktan insaniyete ve Hakk’a kulluğa gidiş anlamında kullanılmıştır. Sülûk ise sözlükte benzer şekilde yol alma ve yola girme anlamları taşırken[3] ıstılahta bir mürşidin yol göstericiliğinde yapılan manevi bir eğitimi ifade etmektedir. Bu ikili birbiriyle büyük oranda bağlantılı olduğundan birlikte kullanılmışlardır.
Seyr ü sülûk şeklinde ifade edilen bu süreci izah için kendisine bitişik pek çok kavramı da açıklamak gerekmektedir. Bunların başında bu sürecin iki temel aktörü olan Mürşid/Şeyh ve Mürid/Sâlik kavramları gelmektedir. Sülûku tanımlarken de ifade edildiği üzere bu ahlaki eğitim süreci, bu konuda tecrübe sahibi bir öğreticinin gözetimi altında gerçekleşmektedir. Bu öğretici için lugatte yol gösterici anlamına gelen “mürşid” ve tecrübesini işaret eder mahiyette yaşlılık anlamını taşıyan “şeyh” kavramları kullanılmıştır. Eş anlamlı olarak sıkça birbirleri yerine kullanılan bu iki kavramın işaret ettiği kişi, sûfîlerin kabulüne göre hakiki mürşid olan Hz. Peygamber’in öğretisini miras edinmiş ve O’na vekâleten bu görevi yerine getirmektedir.[4] Mürşidler kendilerine teslim olan müridlerin kabiliyetleri muvacehesinde onları manen eğitmeye çalışırlar. Bu eğitim sürecinde farklı pek çok eğitim metodu kullanmaları mümkün olup esas gaye müridi ahlâk-ı hamîde ile donatmak ve nefsin sultasından kurtarmaktır.[5] Manevi eğitimin hedefi olan kişiye de mürid denir ki sözlükte “irade eden” anlamına gelmektedir.[6] Tasavvufî bir kavram olaraksa “iradesini Hakk’a ve şeyhine teslim etmiş kişi” anlamında kullanılmaktadır. Salik ise iradesini Hakk’ın rızasına mutabık yönde şeyhine terk ettikten sonra bu yolda aşama kat etmeye başlayan kimse için kullanılan bir kavramdır.[7]
İradenin teslimi, yoğun ve bazı dönemlerde kişiyi zorlayıcı metodlar gibi hususiyetlere sahip bu seyr ü sülûk sürecine daha girmeden insanın zikredilen bu durumları göze alması gerekmektedir. Esasında iki taraflı olan bu kabulleniş hem mürşidin müridi kabul etmesi hem de müridliğe aday kişinin bu sürece razı olacağına dair beyanını gerektirmektedir. Bu mesele çevresinde tasavvufta bey’at ve intisab kavramları gelişmiştir. Hz. Peygamber’in sahabeyle olan ahitleşmelerine dayanan bu uygulama aslında bir bağlılık beyanından ibarettir. Tarikatların kurumsallaşması sürecinde bu sözleşme belirli kuralları olan bir tören mahiyetine de kavuşmuştur.[8] Bu çevrede gelişen bey’at neticesinde hırka ve sikke giydirme gibi uygulamalar bağlılığın maddi simgeleri anlamını taşıyarak kişinin bu yeni gerçekliğe uyumunu kolaylaştırıcı unsurlar olarak öne çıkmaktadır. Sâlikin ahlakını güzelleştirme ve nefis terbiyesi yolunda bireysel gayretleri yanında yoldaşlarıyla birlikte cemaat ve topluluk hâlinde yaptığı faaliyetler de bulunmaktadır. Bunların başında topluca Hakk’ın zikredildiği ayin ismi verilen uygulama yer almaktadır. Bu meclislerin hadislerde geçen ifadelerden hareketle beraberce zikrin sonucunda feyze vesile olduğuna inanılmıştır. Toplu bir şekilde yapılan bu zikirler farklı tarikatlarca değişik formlarda sergilenmiş ve isimlendirilmişlerdir. Bunların yanında ilk devirlerden itibaren sûfîlerin meclislerinde Kur’an, hadis ve mev’izaların yanı sıra kaside ve gazel gibi eserlerin nağmeli şekilde seslendirildiği bilinmektedir. İlk dönemlerde sûfînin zahiri ve bâtınî şeyleri işitmesi, yer yer bunların tesiriyle bedenin hareketlenmesi anlamında kullanılan sema terimi sûfîlerin kurduğu musiki ve zikir meclisleri için de kullanılmıştır. Bir rivayette Cüneyd-i Bağdâdî’ye müridleri, “Sen kaside ve ilâhi dinler, semâ meclislerine katılır, semâ anında hareket ederdin, şimdi niçin sakinsin?” diye sorduklarında, “Sen dağları görür de onları yerinde durur sanırsın. Halbuki onlar bulutların yürümesi gibi yürümektedir” âyetiyle (en-Neml 27/88) cevap vermiştir. Buradan ilk dönemlerden itibaren semaın önde gelen sûfîlerce makbul görüldüğü anlaşılmaktadır. Hususen musikinin önemli bir yer tuttuğu Mevlevî ayininin de ismi olan sema kavramı çerçevesinde tarih boyunca pek çok tartışma yaşanmıştır. Bununla beraber sûfîlerin çoğu aşırıya kaçmamak kaydıyla bunları mübah saymışlardır.[9] Bu hususta müstakil eserler yazıldığı gibi genel tasavvufî eserler içerisinde yer alan bölümlerde de tartışılmıştır. Sülemî, Cîlî, Aziz Mahmud Hüdâyî gibi isimlerin bu konuyu ele alan risaleleri ve İsmail Rusûhî Ankaravî’nin Hüccetü’s-semâ risalesi ile Minhâcu’l-fukarâ’sının ilk kısmında sema konusunu ele alması bu duruma örnek teşkil etmektedir.
Tasavvufi terbiyenin en önemli sac ayaklarından birini de sohbet oluşturmaktadır. İlk dönemlerden itibaren sohbet neredeyse her tasavvuf eserinde kendisine yer bulmuştur. Bunlara ek olarak sohbet adabını ele alan risalelere de sıkça rastlanmaktadır. Sözlükte arkadaşlık yapmak, beraber olmak anlamlarına gelen sohbet ıstılahen de benzer anlamlarda kullanılmaktadır. Birlikte olmanın ve yaşamanın ahlaklanma yolunda en kuvvetli yöntemlerden biri olduğu sahabe ve Hz. Peygamber örneği üzerinden görüldüğünden sûfîler de bu hususa önem vererek iyilerle ve salihlerle birlikte olmayı öne çıkarmışlardır. Müridlerin terbiyesi sırasında şeyh örnekliğinde bir arada olmaları sağlanmıştır. İnsanlara konuşma anlamı da taşıyan sohbet kavramı, mürşidlerin müridlere ve halka yönelik vaazları için de kullanılmıştır.[10] Nefis terbiyesinin merkezinde mücâhede ve riyâzet kavramları yer almaktadır. Lugatte sert ve inatçı atın bu sıfatlarını yok ederek terbiye edilmesi anlamına gelen riyâzet[11] ıstılahta nefsin terbiyesi anlamında kullanılmaktadır. Benzer şekilde savaşma anlamı taşıyan mücâhede de kavram olarak nefsin sultasını yenmek için onunla savaş anlamında kullanılmaktadır. Neredeye her inanç kişinin nefsine muhalefetini öne çıkartmış ve bunun için değişik yöntemler önermiştir. Tasavvufî anlayışta da nefisle mücâhede yolunda birçok farklı riyâzet yöntemi kullanılmıştır. Herkesin ittifak ettiği hususlarsa az yemek, az uyumak ve az konuşmaktır. Bu üçlü uzletle birlikte tasavvuf yoluna girmenin dört şartı olarak zikredilmiştir.[12] Bunların hepsine nasstan delil bulmak da mümkün olmakla beraber bu yöntemlerin ortak amacı bedenin maddi yönünü zayıflatarak ruhânî tarafına alan açmaktır. Sûfîler tecrübelerini de işin içine katarak bu esaslar üzerine planlı bir şekilde farklı metodlar inşa etmişlerdir.
Müridin seyr ü sülûkunun bir devresinde şeyhinin emriyle yalnız başına bir mekânda kalarak mezkûr nefis terbiyesi uygulamalarını yoğunlaştırılmış bir şekilde uygulaması şeklindeki faaliyete halvet adı verilmektedir. Bu yöntemde kişinin maddi alemle ilişkisi -yemek, uyku ve konuşma gibi- asgari düzeye indirilerek tefekkür ve tezekkürü azami düzeye çıkarma ve manevi yönü kuvvetlendirme imkanı bulunmaktadır. Halvet özünde kendini tamamen Allah’a vermek ve O’ndan gayrısından uzaklaşmak manası taşımaktadır.[13] Esasında “yalnız kalma” anlamına gelen halvet uygulamasıyla da tam olarak bu amaçlanmaktadır. Neredeyse bütün tarikatlarca uygulanan bu yöntem -genellikle kırk gün şeklinde- süreli bir yalnız kalmadır. Farsça kırk kelimesinden gelen “çile” uygulaması da halvetin bir benzeridir. Tasavvufi kavramların pek çoğunun dikotomi oluşturan yapısı göz önüne alındığında halvet’in karşısında celvet kavramı yer almaktadır. Sözlükte ortaya çıkmak ve açık olmak anlamlarına gelen celvet, ıstılahta halkın arasına karışma anlamını taşımaktadır. İki tavır da tarih boyunca sûfîlerce uygulanmış olup farklı meşrep sahiplerinin esas aldıkları yön değişiklik göstermiştir. Halvetin salaha kavuşmak için yapıldığı, celvette ise kendi kurtulan kimsenin ıslahı amaçladığı ifade edilmiştir. Benzer bağlamda Nakşibendiyye tarikatı mensuplarınca kullanılan “halvet der-encümen” kavramı da celvet içre manen bir halveti ifade etmektedir. Maddi anlamda kişinin bedenen halk içinde, manen ise gönülle tek başına olup Hakk’la birliktelik anlamında kullanılan bir kavram olmuştur. [14]
Zikrolunan esaslar doğrultusundaki seyr ü sülûkun amacı marifetullaha ermiş bir velî kul yetiştirmektir. Marifet lugatte bir şeyin hakikatini sıfatları ve zatıyla beraber idrak etmek anlamına gelmektedir.[15] Allah’ın zatını ihata etmek mümkün olmadığından ıstılahta daha çok sıfat, fiil ve isimleri tanımak anlamında kullanılmıştır. Zâta dair hususlar ise kısmen müşahedeye açık olup idrakin muhalliğinden bahsedilmektedir. Arif, Kâşânî’ye göre Allah’ın zâtını, sıfatlarını, esmasını ve efâlini müşahede ettirdiği kimsedir.[16] Marifetin ilimden farklı olarak akli bir faaliyet sonucu olmayıp, sülûk neticesinde ve büyük oranda vehbî yolla elde edilen bir nesne olduğu sıkça ifade edilmiştir. Nitekim Şeyhülislam Herevî de arifin üç derecesi olduğundan bahsetmiş ve hakiki arif olarak nitelediği en üst derecede sadece vehbî bir tanıtmanın bulunduğunu ifade etmiştir.[17] Marifete ulaşarak Rabb’ini tanımış kişi literatürde veli olarak adlandırılır. Esasında dost anlamına gelen ve nassta bütün müminleri şamilen kullanılan bu kavram tasavvufî bir ıstılah olarak daha hususi bir anlama sahiptir.[18] Velâyet makamı kişinin nefsini terk ederek yerine Hakk’ı kâim kılması iken böylece bu makama ulaşan kimseyi işaret eden veli Hakk’ın işini üzerine alarak isyandan muhafaza ettiği kimseye denilmektedir.[19] Bu bakımdan bazen kişi kendisinin veli olduğunu dahi bilmemesi söz konusu olabilmektedir.[20]
Seyr ü Sülûk kavramları olarak ifade edilebilecek ele alınan bu kavramlar üzerinden anlatıldığı üzere iradesini ortaya koyarak bir rehber eşliğinde yol yürümeye başlayan kişinin yolun sonunda marifetullaha ermiş ve Hakk’ın dostluğu makamına ulaşmış bir insan-ı kâmil olması hedeflenmektedir. Bu yolda aslolan beşeriyet icabı olan maddi ve nefsani yönü bastırarak insan olmaklığa vesile olan ruhani ve manevi yönü öne çıkartmaktır. Tasavvuf ilmi çerçevesinde ortaya konan terbiyevî ve talimi metotla bu amaçlanmaktadır.
[1] Hasan Kamil Yılmaz, Ana Hatlarıyla Tasavvuf ve Tarikatlar, İstanbul: Ensar Neşriyat, 2020, s.58.
[2] Er-Ragıb el-Isfahani, Müfredâtu Elfâzi’l-Kur’ân, Şam: Dâru’l-Kalem, 2009, s.349.
[3] Abdülbaki Gölpınarlı, Tasavvuftan Dilimize Geçen Deyimler ve Atasözleri, İstanbul: İnkılâp Kitabevi, 1977, s.306.
[4] Gölpınarlı, s.475.
[5] Yılmaz, ss.184-185.
[6] Ethem Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, Ankara: Rehber Yayınları, 1997, s.526.
[7] Yılmaz, s.185.
[8] Yılmaz, s.186.
[9] Yılmaz, ss.187-189.
[10] Metinlerle Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, Trabzon: Kalem Yayınları, 2006, ss.914-917.
[11] İsmail Rusûhî Ankaravî, Minhâcü’l-Fukarâ, Safi Arpaguş (haz.), İstanbul: Vefa Yayınları, 2008, s.282.
[12] Metinlerle Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, ss.182-183.
[13] Abdürrezzak Kâşânî, Sûfîlerin Kavramları Istılâhâtu’s-Sûfiyye, Abdurrezzak Tek (çev.), Bursa: Bursa Akademi, 2014, s.96.
[14] Yılmaz, ss.198-199.
[15] Ankaravî, s.471.
[16] Kâşânî, s.53.
[17] Hâce Abdullah el-Ensârî el-Herevî, Tasavvufta Yüz Basamak Menâzilü’s-Sâirîn, Abdurrezzak Tek (çev.), Bursa: Emin Yayınları, 2017, ss.79-80.
[18] Yılmaz, s.201.
[19] Kâşânî, s.19.
[20] Ankaravî, s.429.