İbnü’l-Arabî ve Nazariyat - Ekrem Demirli
Mehmet Serhat Yılmaz - 06 Eylül 2021
İbnü'l-Arabî, İslam ümmetinin dönemlerini içeren bir tarih tahliliyle yaşadığı devri bütün bilimlerin kemale erdiği dönem olarak görmüştü. Bu bir anlamda tasavvufun bütün bilimlerin gayesini teşkil etmesi demektir. Bu bağlamda İbnü'l-Arabî kendi devrindeki kemalden söz ederken sadece tasavvuftaki bir kemalden söz etmez. O bütün bilimlerin bir gaye etrafında yeniden yorumlanması ve irtibatlarının kurulmasından hareketle tüm ilimlerin kemale ulaşmasından söz eder. Ona göre bu dönemde muhakkik sûfîlerin işi başta metafizik olmak üzere bütün İslam bilimlerinde bir tür ikmal ameliyesi yapmaktır. Böyle bir yaklaşımla İbnü’l-Arabî, kendi dönemini bütün dönemleri yorumlayacak, onlar hakkında hüküm verecek bir seviyede görmüş olur. Günümüzde İbnü’l-Arabî ve takipçileri üzerindeki araştırmalar göreli olarak artış gösterse bile, düşüncenin kaynaklarını tespitte yeterli özen gösterilmiş değildir. Kanaatimce İbnü’l-Arabî ve Konevî başta olmak üzere, bu dönemde ortaya çıkan tasavvuf anlayışı İslam dünyasında ortaya çıkan nazarî gelenekleri anlamada mühim imkânlara sahiptir. Daha doğru bir anlatımla İbnü'l-Arabî ve Konevî esas itibarıyla söz konusu nazarî geleneklerin bir şarihi sayılabilir. Üstelik bu şarihlik, düşünceyi tevarüs eden, onu yeniden yorumlayan, bazı noktalarda ona yeni boyutlar ekleyen, kapalılıklarını açan ve bilhassa tikel alanlardaki izlerini takip edebilen bir yorumculuktur. Bu itibarla söz konusu şarihliği herhangi bir bilim geleneğinde ortaya çıkan ve metinlerin lafzî kapalılıklarını ve -varsa- sistem içi çelişkileri aşmaya çalışan şarihlikten ayrı değerlendirmek gerekir. İbnü'l-Arabî ve Konevî bütün nazarî bilimlerin önce maksat ve yöntemdeki birliklerini, ardından eksikliklerini göstermeye çalışarak hepsini bir gaye etrafında yorumlamayı hedeflemiş, bu yaklaşımlarıyla da bir bilim içindeki şarihlerden ayrılmışlardır. Bu bağlamda İbn Sînâ'yı dikkate aldığımızda, İbnü'l-Arabî ve takipçilerinin onun metafizik düşüncesinden derinden etkilenmiş olduğu kesindir. Ancak en az bu etki kadar önemli bir husus bu düşünceye getirmiş olduğu yeni yorum ve kavram zenginlikleridir. İbnü'l-Arabî, İbn Sînâ metafiziğindeki soyut- tümel dili ve üslubu tikel konulara tatbik ederek bu düşüncenin boyutlarını ve bilhassa tümel-tikel ilişkilerini ayrıntılı bir şekilde göz önüne serdiği kadar aynı zamanda o düşüncenin herhangi bir şekilde ele almadığı Tanrı-insan ve âlem arasındaki İlişkilerin bir kısmını da ele alarak metafizik düşünceyi daha geniş bir zemine taşımıştır. Bu itibarla İbnü’l-Arabî, Konevî ve takipçileri üzerindeki araştırmalar aynı zamanda İslam felsefesi için olduğu kadar kelâm ve genel anlamıyla nazarî düşünceler için yararlı sonuçlar verecektir. Bununla birlikte bu katkının ortaya çıkabilmesi bazı hususların göz önünde bulundurulmasına bağlıdır.
Birincisi sûfîlerin herhangi bir nazarî kavramı veya düşünceyi ele alırken bile esas gayeleri ondan amelî bir sonuç çıkartmaktır. Başka bir ifadeyle her durumda sûfîlerin amelî yönelimlerini göz önünde bulundurmak gerekir. Dâvûd-ı Kayserî bu meseleye dikkat çekmiş ve "Nazarî bilimler arasında tasavvufun yeri nedir?” sorusuna böyle cevap vermiştir. Bu amelî yaklaşım -ki bunu belirli bir anlamda tasavvufun pragmatikliği diye isimlendirmek mümkün, hatta gereklidir- tasavvuf metinlerinde en azından biçimsel olarak eklektik denilebilecek bir yapının ortaya çıkmasının amilleri arasında zikredilmelidir. Bu durum tasavvufun bütün dönemlerinde ana vasfını koruduğunun bir göstergesi sayılabilir. Bu itibarla sûfîler için herhangi bir meselede öncelikli olan şey, insanın oradan çıkartacağı ahlakî neticelerdir. Sûfîlerin nazarî bahislere bu tarz yaklaşımları, soyut konuları daha tikel durumlarda görme ve yorumlama imkânı sağlamıştır ki sûfîler özellikle felsefe metinlerine bu yönde katkı sağladıkları gibi aynı zamanda felsefî düşüncenin alanını genişletebilmişlerdir. Bu sayede bilhassa metafizik bahislerde ortaya çıkan kavram ve düşünceler geniş kesimlere ulaşabilmiştir.
Dikkate alınması gereken ikinci husus, tasavvufun hedef kitlesinin genişliğidir. Bu durumda tasavvuf nazarî dil kadar bu kesimlere hitap ederken hayal gücünün imkânlarından olabildiğince yararlanmıştır. Gerçi İbnü’l-Arabî’nin nazarî güç ile hayal gücü arasındaki ilişkiler hakkındaki değerlendirmesinden bilebildiğimiz kadarıyla, hayal gücü sadece bir anlatım imkânı kazandırmaz. Aynı zamanda soyutlayıcı düşünme gücüyle birlikte insanın hakikati kavrayabileceği güçlerinden biridir. Bu nedenle hayal gücünün bir idrak aracı olarak görülmesi ve kendinde şeyin idrakinde insanın bütün güçlerinin birlikte kullanılması gerekliliği sûfîlerin bilgi görüşlerinde merkezî bir yer tutar. Meselenin konumuzla ilgili yönü ise hayal gücünün ifade imkânlarının sûfîlere kazandırdıklarıdır. Bu sayede sûfîler soyut bir kavramı birden çok kelimeyle anlatabilme imkânı bulmuş, kavramlaştırmanın ortaya çıkartabileceği sınırlanmışlığı kelimenin ikincil, üçüncül anlamlarını dikkate alarak daha geniş bir zemine taşımak istemişlerdir ve bu sayede bir konu hakkında daha çok terim ve kelime ortaya çıkmıştır. İmkân kavramıyla ilgili ortaya çıkan durum budur. Bu itibarla imkân kuvve ve fiil kavramıyla ilgili olduğu kadar hayal, serap, vehim, hatta insan, rüya ve İbnü'l-Arabî’nin bazı kitaplarında dile getirdiği üzere beyaz inci ve yumurta -çünkü hepsi imkânı veya mekânı bildirir- kelimeleriyle karşılanmıştır.
Üçüncü mesele ise esas itibarıyla birinci meseleyle yakından irtibatlıdır. Birinci meselede amel ile nazarî düşünce arasındaki ilişkiye dikkat çektik. Şimdi ise bu ilişkinin bir neticesi olarak amel sayesinde insanın bilgi derecesinin artışına dikkat çekmeliyiz. Sûfîler insanın ahlakî olgunluk derecesiyle anlama derecesi arasında bir paralellik kurmuşlardır. İnsan kemale erdikçe anlayışı artar. Bu husus bilginin derecelenmesinden söz eden ilme'l-yakîn, ayne'l-yakîn ve hakka'l-yakîn terimleriyle anlatılır. Bu bağlamda dikkate değer husus, yakîn, yani kesinlik hakkındaki idrakimizin dereceleridir. Bu terkipler içerisinde yakîn teriminin ortak olması ise sûfîlere farklı bilim dallarıyla münasebet ve aynı zamanda onları eksik görerek eleştirme imkânı tanımıştır. Özellikle metafizik bahislerinde bu hususa sürekli göndermeler vardır. Mesela İbnü’l-Arabî, Ehl-i Nazar'ın pek çok mesele hakkında ifadesi doğru olan fakat mahiyetini tam bilemedikleri görüşler ileri sürdüklerini belirtir. Çünkü işlerin hakikatleri hakkında kesin ve nihai bilgi ancak kemale ulaşmakla mümkün olabilir. Bunun dışında sadece zahirî ve yüzeysel bir idrak vardır. Kesinlik hakkındaki bu derecelenme, tasavvufun bilgi/hakikate ulaşma yönteminin ikmal edici olduğu ve bu anlamıyla "tahkik”, yani "eşyanın hakikati hakkında kesin ve değişmez bir bilgiye ulaşmayı hedefleyen yöntem” diye isimlendirilmesi gerektiğini vurgular. Bu hususlar göz önünde bulundurulduğunda, tasavvufun farklı nazarî geleneklerin terimlerini nasıl kullanabildiği ve onlara ne kattığı ve onları nasıl yorumladığı daha iyi anlaşılabilir.
Bu yazı Sufi Kitap tarafından yayınlanan İbnü’l-Arabî Metafiziği başlıklı kitaptan alınmıştır. (ss. 103-106)