Akkirmânî’nin İklîlü’t-terâcim adlı Tercümesi Üzerinden Hidâyetu’l-hikme Okumaları
Fikre Vukuf - Burak Veysel Erman - 13 Nisan 2021
Akkirmânî’nin İklîlü’t-terâcim adlı Tercümesi Üzerinden Hidâyetu’l-hikme Okumalarına Giriş
Esîrüddin Ebherî’nin (v. 663/1265 [?]) Hidâyetu’l-hikme adlı eseri, yazıldığı tarihten itibaren tahsil amaçlı olarak okutulagelmiştir. Öğrencisi İbn Hallikân’ın (v. 681/1282) ifadeleri dikkate alınacak olursa Ebherî, 625/1228 senesinde Hristiyan ve Yahudilere kendi kutsal metinlerini okutacak derecede çok yönlü bir âlim olan Kemâleddin b. Yûnus’un (v. 639/1242) ders halkalarına onun yardımcısı olarak katılırken, kendi eserleri halihazırda farklı çevrelerde çokça okutulmaktaydı. Dolayısıyla henüz Ebherî hayattayken rağbet gören bu eserlerinden birinin de Hidâyetu’l-hikme olduğunu düşünebiliriz.
Ebherî’nin eserlerinin bu denli rağbet görmesinde, söz konusu eserlerde hissedilen, tahsile uygun metinler oluşturma gayesinin etkili olduğu söylenebilir. Hidâyetu’l-hikme, bu noktada İbn Sina’nın (v. 428/1037) eş-Şifâ, en-Necât, el-İşârât ve’t-tenbîhât gibi eserlerinin tahsile uygun bir özeti gibi düşünülmektedir. Bu açıdan İbn Sina’nın Uyunu’l-hikme adlı eseri, Ebherî’nin Hidâyetu’l-hikmesi ve Ebherî’nin yakın talebesi Ali b. Ömer el-Kâtibi’nin (v. 675/1277) Hikmetu’l-ayn adlı eseri arasında bir devamlılıktan söz edilebilir.
Diğer taraftan Ebherî’nin, Fahreddin Râzî (ö. 606/1210) veya onun talebelerine öğrencilik yapmış olması onun bu kanaldan da beslenmesini sağlamıştır. Onun felsefî meseleleri kaleme aldığı, farklı bakış açılarının ortak bir metinden hareketle düşüncelerini ifade edebileceği şekilde imkânlar barındıran çalışmaları ancak bu sayede gerçekleştirebildiğini düşünmek yanlış olmayacaktır.
Abdullah Yormaz, 8./14. yüzyılda yaşadığı düşünülen Mevlânâzâde’nin şerhine dair yaptığı doktora çalışmasında Hidâyetu’l-hikme üzerine kaleme alınmış yüze yakın şerh ve haşiyeyi listelemiştir. Üç dört katmandan oluşan bu şerh ve haşiye literatürü, bize Hidâyetu’l-hikme metninin sonraki yüzyıllarda ne denli yaygın bir biçimde okunduğunu göstermektedir. Bu eserin farklı çevrelerle birlikte medreselerde kurumsal ve sistematik bir biçimde okunduğunu gösteren bir başka kaynak ise medrese müfredatlarına dair kaleme alınmış eserlerdir. Bu eserlere bakıldığında hikmet/felsefe tahsilinde Hidâye metninin iktisâr yani başlangıç seviyesinde okunduğu görülmektedir. Hidâyetu’l-hikme şerhleriyle birlikte okunduğunda ise bu, iktisâd yani orta seviyeye tekabül etmektedir.
Biz buradaki yazılarda Hidâyetu’l-hikme üzerine 12./17. yüzyılda yaşamış olan Mehmed b. Mustafa el-Akkirmânî’nin Türkçe Şerhu’l-hidâye tercümesinden hareketle bir okuma silsilesi sunmaya çalışacağız. Hem bu tercümenin söz konusu şerh ve haşiye literatüründe nerede durduğunun hem de bizim bu okumalarda yararlanacağımız literatürün görülmesi adına şöyle bir tablodan yararlanılabilir:
Bu tablodan anlaşılabileceği üzere Akkirmânî, kısaca Kâdî Mîr şeklinde ifade edilen Kâdı Mîr el-Meybudî’nin Hidâyetu’l-Hikme üzerine kaleme aldığı şerhi tercüme etmiştir. Iklîlü’t-Terâcim daha önce Ömer Faruk Altıparmak tarafından yüksek lisans tezi olarak çalışılmış ve latinize edilmiştir. Ömer Faruk Altıparmak bu çalışmasında musannif nüshası yazmayla birlikte pek çok nüshayı dikkate almıştır. Biz de buradaki yazılarda hem onun çalışmasını hem de Akkirmânî tercümesinin iki matbû nüshasını esas alacağız.
Akkirmânî’nin şerhini tercüme etmiş olduğu Kâdı Mîr, Şiraz’da Celâleddin Devvânî’nin (v. 908/1502) derslerine devam etmiştir, dolayısıyla onun talebesidir. Düşünceleri itibariyle de Devvânî’nin takipçisi olduğu ifade edilir. Tıpkı onun gibi İbn Sina, Şihâbüddin Sühreverdî (v. 587/1191), Muhyiddin ibnü’l-Arabî (v. 638/1240) ve kelâm geleneğini kapsayıcı bir sentez arayışında olduğu söylenir. Netice itibariyle Akkirmânî’nin tercümesinden de doğal olarak tüm bu farklı bakış açılarına dair karşılaştırmalar ve kesişimler sunması beklenebilir.
Bununla birlikte Akkirmânî İklîlü’t-Terâcim’de yalnızca Kâdî Mîr’in tercümesiyle yetinmeyerek birçok farklı kaynaktan alıntılara yer verir. Onun bilhassa Muslihüddin Lârî haşiyesinden yararlandığı ve onu esas aldığı görülmektedir. Bu noktada tercümenin içeriğini sonraki yazılara bırakarak belki biraz daha Akkirmânî’nin şahsiyeti üzerine eğilmek yararlı olabilir. Akkirmânî’den söz edilen hemen her yerde onun yaşamıyla alakalı çok fazla bilgi olmadığı ifade edilir. Bununla birlikte Akkirmânî’nin Kefevî Hacı Hamîd Mustafa’nın oğlu olduğu söylenir. Tam burada ilginç bir husus söz konusudur, yukarıdaki tabloya bakılacak olursa, Muhammed b. el-Hâc Hamîd el-Kefevî’nin Lârî haşiyesi üzerine bir haşiyesi bulunmaktadır ve Akkirmânî ile vefât tarihleri aynıdır. Nitekim Akkirmânî’ye hem kataloglarda hem de yapılan çalışmalarda çoğu zaman bir Lârî haşiyesi atfedilir.
Peki bu iki isim gerçekten aynı kimseye mi aittir? Öncelikle berlitmeliyiz ki hem tercüme hem de Lârî haşiyesi elimizde matbu olarak bulunuyor. Metinler dikkate alındığında Lârî haşiyesi üzerine yazılan haşiyede müellif ismini tam olarak “Mehmed/Muhammed b. el-Hâc Hamîd el-Kefevî” şeklinde zikrederken, Akkirmânî tercümesinde ise müellif ismini “Mehmed/Muhammed b. Mustafa el-Akkirmânî” şeklinde ifade etmektedir. Ayrıca Bursalı Mehmed Tahir (1861-1925) Osmanlı Müellifleri’nde bu iki kimseyi ayrı ayrı ele alır:
Bursalı Mehmed Tahir haşiyeyi ilk müellife nisbet ederken, ikinci müellifin de tercümenin yazarı olduğunu ayrı ayrı kendi kısımlarında dile getirmektedir. Bununla birlikte iki müellife nisbet edilen Hüseyniyye Şerhi gibi ortak eserlerin olması da dikkat çekicidir.
Diğer taraftan Bağdatlı İsmail Paşanın (1839-1920) eserlerine yahut Mehmed Süreyyâ’nın (1845-1909) Sicill-i Osmânî’sine bakıldığında Mehmed b. el-Hâc Hamîd Kefevî’nin Akkirmânî olduğu doğrudan net bir biçimde ifade edilmektedir. Fakat Mehmed Süreyyâ da karışıklığı çözmemekte, zira o da iki farklı müellife yer vermektedir:
Bursalı Mehmed Tahir ile Mehmed Süreyyâ’da birbirine paralel iki ayrı biyografi anlatısı görülüyor. Fakat iki hususta bir karşıklık söz konusu: bunlardan birincisi isimler, ikincisi ise isimlere ait eserler. Bu noktada çok şükür ki günümüz imkânları, burada yararlandığımız biyografi yazarlarının kaynaklarına da kolaylıkla erişmemize olanak sağlıyor.
1157-1165/1744-1752 yıllarını içeren İzzî Tarihine baktığımızda, karşımıza daha önce Şâm kadısı iken 1 Muharrem 1162/22 Aralık 1748’den itibaren Medine kadısı olarak ve hac kâfilesine mürâfakat etmek üzere görevlendirilen bir Kefevî Mehmed Efendi çıkıyor. Bu zât ile 25 Zilkade 1162/6 Kasım 1749 Perşembe günü bir kere daha, bu sefer Hicaz’a gönderilen hediyelere muhatap “Tîbe-i Tayyibe (Medine-i Münevvere) kadılığı ile şerefyâb olan fezâil-meâb” molla Kefevî Mehmed Efendi olarak karşılaşıyoruz. Burada şunu belirtmekte yarar var, Lârî haşiyesi üzerine yazılan haşiyenin sonunda müellif kendisini Seyyid Mehmed el-Kefevî olarak tanıtıyor ve eserin tamamlanma tarihini de 12 Safer 1163/21 Ocak 1750 olarak kaydediyor.
Görüldüğü üzere buradaki tarihler ve mekanlar Kefeli Mehmed Efendi’ye dair biyografilerde yer alan bilgilerle uyuşuyor. Fakat eğer vefâtıyla alakalı ifade edilen 1168 tarihi doğru ise İzzî Tarihinde buna dair bir kayda rastlamamız mümkün değil, nitekim rastlamıyoruz da. Bununla birlikte İzzî Tarihi’nin devamı niteliğindeki Hâkim Efendi Tarihinde de bu zât ile alakalı bir vefat kaydı söz konusu değil. Dahası Bursalı Mehmed Tahir’in verdiği bilginin aksine bu tarihlerde başka kimselerin Kuds-i Şerîf kadılığı vazifesini yürüttüğüne dair görevlendirmeler bulunuyor.
Gel gelelim Hâkim Efendi’de daha önce Süleymaniye Darü’l-Hadisi müderrisi olarak vazife yaparken 26 Muharrem 1166/3 Aralık 1752 tarihinden itibaren İzmir kadılığı ile görevlendirilen “fuzalâ-yı dehrden” Akkirmânî Mehmed Efendi ile karşılaşıyoruz. Akkirmânî Mehmed Efendi, 1 Ramazan 1172/28 Nisan 1759 tarihinden itibaren ise Mısr-ı Kâhire kadılığı ile görevlendiriliyor. Son olarak 1174 senesinin Safer/1760 senesinin Eylül ayında ise Akkirmânî’nin vefât haberinin Dersaâdete ulaştığını görüyoruz:
“Ve Kâdı-i Mekke-i Mükerreme ulemâ-i fuhûlden Akkirmânî Mehmed Efendi (…) ol cây-ı mübârekde vefât eyledikleri haberi resîde olup, müteveffâ’-i mezkûr Akkirmânî Efendi alim ü fâzıl, mecmû-i evkâtlarını tedrîs-i ulûm ve te’lifât ve âsâr ile imrâr eylemişler idi; rahmetullahi aleyh.”
Tüm bunlardan anlaşılıyor ki tarihi kaynaklar dikkate alındığında Akkirmânî Mehmed Efendi ile Kefevî Mehmed Efendi’nin aynı kimse olup olmadığına dair bir karışıklık bulunmaktadır. Bunların aynı kişi olduğunu düşünen yazarlar, başka tarihi kayıtlardan istifade etmiş olabilecekleri gibi musannif hattı yazma nüshalardan da böyle bir çıkarımda bulunmuş olabilirler. Yahut belki de söz konusu eserlerin içeriklerinden hareketle böyle bir kanaate varmış olabilirler. Biz de yapacağımız okumalarda Akkirmânî Mehmed Efendiye ait olduğunu bildiğimiz tercüme ile Kefevî Mehmed Efendiye ait olduğunu bildiğimiz haşiyeyi karşılaştırarak, elde ettğimiz ipuçlarına yer vermekle bu meselenin çözümüne de bir katkıda bulunabileceğimizi düşünüyoruz.
Her ne kadar bu yazı yoğun biyografik bilgiler içeriyor olsa da bu durum okuyucuyu yanıltmasın. Akkirmânî’nin biyografisiyle alakalı karşılaşılan karmaşık durum, böyle bir yazının yazılmasıyla sonuçlandı. Fakat bundan sonraki yazılarda Mantık-Tabîîyât-İlâhiyat şeklinde üç ana bölümden oluşan Hidâyetu’l-hikme’nin İlâhiyât, yani metafizik bölümünden başlanarak felsefî meseleler Akkirmânî’nin metni üzerinden ve diğer şerh-haşiyelerin yardımıyla ele alınacak.
Bu yazıyı Hâkim Efendi’nin Akkirmânî’ye dair zikrettiği bir “nükte-i garibe” ile bitirelim:
“Kendilerinden menkûldür ki, evâil-i hâl-i tahsillerinde medrese-nişîn olup, kemâl-i fakr u fâkaları olmakla kitabet edip, onunla sedd-i ramak ederlermiş. Bir gün fukara ziyyinde bir Bektâşî odasına gelip, bazı musâhabet esnasında bundan kahve ve berş-i rahîkî istemiş. Akkirmânî merhum: ‘Biz talebe gürûhundanız, medresede berş ve kahve olmaz, var tekyede ve kahvehanede otur; berş ve kahve onda olur’ diye ‘unf ile suret-i muâmele gösterir. Bektâşî tebessüm edip: ‘Ey Serây hâcesi Akkirmânî! Sen berş yiyerek tâ Kâbe’ye dek gidersin ve onda vefât edersin.’ diye tekellüm ve odasından bîrûn olur. Ba’de zemânin müderris olup Serây-ı ‘âmire Hâceliği teveccüh eder. Ve zîk-i sadra ibtilâları hasebiyle berş ekline başladılar. Tâ Mekke kazasıyla râhî olup, onda vefatları olur; rahmetullahi aleyh.”
Kullanılan Kaynaklar:
Abdullah Yormaz, “Muhalif Bir Metin Nasıl Okunur? Osmanlı Medreselerinde Hidâyetu’l-Hikme”, Dîvân İlmî Araştırmalar, 18 (2005/1), s. 175-192.
Abdullah Yormaz, Mevlânâzâde’nin Hidâyetu’l-Hikme Şerhi Tahkik ve Tahlil, Yayımlanmamış Doktora Tezi, Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2010.
Bursalı Mehmed Tahir, Osmanlı Müellifleri, haz. M. A. Yekta Saraç, Tüba Yayınları, 2016.
Cevdet Kılıç, İbn Sînâcı Bir Filozof: Esirüddin El-Ebheri ve Osmanlı Düşüncesine Etkileri, Uluslararası 13. Yüzyılda Felsefe Sempozyumu Bildirileri, 2014, s. 425-440.
İzzî Süleyman Efendi, İzzî Tarihi, haz. Ziya Yılmazer, Türkiye Yazma Eserler Kurumu Başkanlığı Yayınları, 2019.
Eşref Altaş. "Esîrüddin Ebherî". İslam Düşünce Atlası. https://www.islamdusunceatlasi.org
Mehmed Süreyyâ, Sicill-i Osmânî, haz. Nuri Akbayar, yeni yazıya aktaran Seyit Ali Kahraman, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1996.
Mehmed Hâkim Efendi, Hâkim Efendi Tarihi¸ haz. Tahir Güngör, Türkiye Yazma Eserler Kurumu Başkanlığı Yayınları, 2019.
Ömer Faruk Altıparmak, Muhammed b. Mustafa Akkirmânî ve Eseri İklîlü’t-Terâcim, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 1993.