Ömer Gürânî’nin Vahdet-i Vücûd Risâlesi

 İlme Vukuf -   Fatih Yıldız -   12 Mayıs 2022

Ömer Gürânî’nin Vahdet-i Vücûd Risâlesi

Ömer Gürani, 1094/1683 yılında doğmuş ve 1157/1744’te vefat etmiştir. Hakkında geniş malumat yoktur. Bayrâmî tarikatine mensup olduğu rivayet edilmektedir. Şerh-i Müntehabât-ı Fütûhât-ı Mekiyye, Vâridât ve Esrâr-ı Fütûhât-ı Mekiyye ve Risâle-i Vahdet-i Vücûd isimli dört eseri vardır.

Risâle-i Vahdet-i Vücûd, vahdet-i vücudun genel tarifi ve ana meselelerinden bahsetmektedir. Müellif ispat külfetine girmeden vahdetin Hakk’a ve halka taalluk eden bahislerini konu edinmiş; tecdîd-i halk, âyân-ı sâbite, varlık mertebeleri ve hakikatte ilim ve cehalet meseleleri kısaca izah etmiştir.

Eserin Süleymaniye YEK, Hacı Mahmud Efendi, nr.3910, vr.31b-32b arasındaki nüshası eksiktir. Biz çalışmamızda Süleymaniye YEK, Hacı Mahmud Efendi, nr.3010, vr.123b-129b sayfaları arasındaki nüshayı esas alarak istifadeye sunduk.

 

[123b] Risâle-i Vahdet-i Vücûd

li-Ömer el-Gürânî

بسم الله الرحمن الرحيم

Evvelâ Cenâb-ı Hakk’a hamd ü senâ ile iltica ve Habîbi’ne salât ü selâm ile iktidâdan sonra mâlum ola ki;

Vahdet-i vücûda kâil olan ehlullahın kelâmından fehm olunan mâna budur ki;

Vücûd birdir, artık değildir. Ve o vücûd Hakk’ın vücûdudur. Hakk’ın vücûdundan gayrı bir şeyin vücûdu yoktur. Bu kesret-i kevniyede görülen cemî kâinatın varlığı, bir Zât’tandır. Şek yoktur ki bu cümle eşyada, o Zât-ı Vâhid kendi birliğin gösterdi. Pes bunların her biri O’nun birliğine delalet ederler. Sanma ki bunlardan her biri başlı başına varlardır. Veya cümlesi bir uğurdan var olabilir. Belki bu cümle eşya ile götürü âlem yok idi, O Zât-ı Vâhid var idi. el-Ân kemâ kân, [şimdi de aynı şekilde] var olan O Zât-ı Vâhid’dir.

O Zât-ı Vâhid’den gayrı görünen kesret-i kevniyede cemî kâinât bir anda var görünüp [124a] yine o an içinde yok olur. Varlık ile yokluk beyninde ziyade sürat inkılâbından her şeyin varlığı hisle idrak olunur, o an içinde yine yokluğu idrak olunmaz. Zira her anda yokluğa varlık taâkup eder. Bu ecilden müddet-i medîd üzre herşey varlık ile mütemâdi olur zannederler. Her şey-i mümkinde ise varlık mütemâdi olmaz. Belki bir varlık dahi gelip sel gibi sürat ile gider, yerine bir varlık dahi gelip her anda ve her lahzada biri gidip biri gelmededir. Ne geldiği görülür ne gittiği hissolunur. Onun için her şey-i mümkinde varlık bir karar üzeredir zannolunur. O ise her anda ademe gidip mâdum olmaktadır. Zira an-asıl yok idi yine yoktur. Pes o[nun], üzerine bir varlık pertevi lâ-yenkatı’ sel gibi seyelân etmektedir. Veyahut dâire-i cevvâle gibi cevelân etmektedir.         

Pes imdi, mecmû-ı âlem o varlık pertevi içre bir zılâl-i hayâldir. Zira varlık, bir Var’ındır. Evvel ve âhir var olan O Var’dır. O’ndan gayrı var yoktur. Bu âlem bir var imiş, bir yok imiş misalindedir. Yani ezel-i âzâlde bir Zât-ı âlî var idi, O’ndan gayrı bir kimse yok idi. O Zât-ı [124b] âlî’nin ilminde bu âlem[in] böyle olacağı var idi. Pes kendi varlığı perteviyle ilminde olduğu gibi bu âlemi var eyledi. Ve varlık suretinde bu cümle eşyayı âşikâr eyledi. Yine her anda yok eder ve var eder. Yok ile varlık arasında sun’unu izhar eder. Ezel-i âzâlde yok olan yine her hâlde yoktur. Gerek var suretinde görünsün, gerek görünmesin, hiç idi, o yoktur. O âzâlde var olan hemîşe idi, vardır.

Ve o var olan Zât-ı âlî-kadr mine’l-ezel ile’l-ebettir. Birliğiyle bu cümle Kâdir’dir. O Kâdir-i mutlak, kemâl-i kudretiyle kendi vücûd-ı zıllîsin, sana ve bana ve efrâd-ı âlemden her bir ferde îtâ eyledi. Sen ve ben, senlik ve benlik ile seçilip imtiyaz eyledik. Pes taayyün-i vücûd-ı zillî-i hayâlîyle her birimizde başka başka müteayyin olduk. Ve o taayyün içre bize her ne gerek levâzım taayyün-i vücûdîmizi ger noksan etmeyip O Zât-ı mutlak îtâ eyledi.

Ve muktezâ-yı istîdâd-ı ezeliyyemize göre herbirimizi kendi hidayet eyledi. Nitekim buyurur;

أَعْطَى كُلَّ شَيْءٍ خَلْقَهُ ثُمَّ هَدَى

[“Bizim Rabbimiz her şeye hilkatini veren, sonra da doğru yolunu gösterendir”][1]

Pes bu takdirce her birimiz istîdâd-ı ezelîmiz muktezasınca Hak sübhânehû ve [125a] teâlâ hidayet eyleyip pertev-i vücûduyla nûr-ı hidâyetin bahş ve îtâ eyledi. Fe-lillahi’l-hamd hisse-i mukadderimiz razı ve hoşnut olmaktan gayrı bizim için bir şey bâki kalmadı. Eğer bunu böyle bildikten sonra yine kendi varlığımız itibâr eyleyip senlik ve benlik ortasında Hak varlığından başka varlık vardır kıyas edip bir kimse o varlığın artıklığın tahsil etmek için sa’y eylese, abes yere zahmete giriftar olur. Hemişe kârı âh u zâr olur.  Belki müstehakk-ı düzâh-ı nâr olur. Zira kendi varlığın görüp varlığına itibar ile itimat edenin hali düşvâr olur.

Ama eğer kendimizden o varlığı nefy ü selb edip varı-varlığı Cenâb-ı Vâcibü’l-Vücûd’a versek, ona teslim olup kendimizi yok yerine tutsak, o teslîmîyle yokluk içinde devamda olsak, bize Hakk’ın varlığı bir vecihle zâhir olur ki o varlık tükenmez. Vüs’atin nihayeti yoktur ve vüs’atinin sıkleti olmaz. Ve o bir meydân-ı vahdettir ki onda kesret-i kevniyyenin zahmeti olmaz.

Mademki kendi varlığımızı görmedikçe onda bize mezâhim yoktur. Pes Hakk’ın varlığı sayesinde idi, rahat içinde bâki oluruz.

İmdi bu malum olduysa, bu dahi malum olsun ki vahdet-i vücûd meselesi bâbında kuvvet-i râsiha sahibi olup tefevvüh-i kelâm eyleyen bazı sikattan [125b] menkuldür ki evvela vücûdun vahdetinde ve merâtibinde ihtilaf vardır.

Nefsü’l-emirde vücudun vahdeti sabittir ama merâtibinde ihtilaf vâki olmuştur. Ekalli vücûd-ı Hakk’ın iki mertebesi vardır. Bir mertebesi odur ki onda sıfat olmaz ki, birbirine mukabil ve muhalif ola. Hemin Zât-ı Baht’tır. O mertebeye Ahadiyet denilir. Ve o mertebe ancak zevkle bilinir.

Ve ikinci mertebesi odur ki, onda cemî sıfat bulunur. O sıfat ile birbirine muhalif ve muvâfık ve mütekâbil ola. O mertebeye hazret-i vâhidiyet denilir. Ve bu hazret-i vâhidiyetin iki yüzü vardır; biri bâtındadır ve biri zâhirdedir. Bâtın yüzüne hazret-i ulûhiyet denilir ve zâhir yüzüne hazret-i rubûbiyet denilir.

Ve dahi üç mertebe ve beş mertebe ve yedi mertebe, ve dahi bundan ziyade merâtib-i kesîre üzere beyan olunduğu kütüb-i kavîmde mesturdur. Hatta Şeyhü’l-meşâyıh Abdülkâdir el-Geylânî hazretlerinin hafîd-i emcedleri Şeyh Abdülkerîm Cîlî kuddise sırruhumâ kendi müellefâtından Merâtib-i Vücûd risalesinde, vücûd için kırk mertebe beyan edip ve yine buyurmuşlardır;

فان مراتب الوجود كثيرة لاتحصى

[Varlığın mertebeleri çoktur, sayısızdır.]

Velhasıl aded-i mahsûr ile zikreyledikleri merâtib-i vücûdun usulü ve ümmetâhıdır ve illâ merâtib-i vücudun haddi ve hasrı yoktur, [126a] gayr-ı mütenâhîdir. Pes imdi vücûdun vahdeti bilinmez illâ merâtibin sıhhati ile bilinir.

Ve meratibi bilmek vücudun vahdetini zevketmeye mevkuftur. Ve o vahdet-i vücûdun zevki muhabbetullah semeresidir.

Ve merâtib-i vücûd dediğimiz, vücûd-ı Vâhid’in vücûhâtıdır kim, o vücûd-ı Vâhid’den zâid değildir. Nitekim şemsin şuâsı ayn-ı şemsden zâid olmadığı gibi. Pes Hakk’ın kelâmında;

فَأَيْنَمَا تُوَلُّوا فَثَمَّ وَجْهُ اللّهِ

[Nereye döner, yönelirseniz Allah’ın yüzü oradadır.][2] buyurduğu vücûd-ı Vâhid’in meratibine işarettir.

Fe-emmâ, Vâhid’in merâtib ilminde râsih ve muhakık olanlar üç bölüktür: Bir bölüğü muzmahil ehlidir, yani vücûd-ı Vâhid’den gayrı kendilerde vücûd zu’m eyleyip o vücûd-ı mevhûmîlerin izmihlâlinde sa’y etmeye meşgul olanlardır. Ve bir bölüğü mün’adim-i fenâ ehlidir, bunlar kendilerde zu’m ettikleri vücudun in’idâmına ve fenâsına mukayyet olanlardır.

Bu iki bölük vücûd-ı Vâhid’in vücûhâtı, yani merâtibini sıhhati üzere bilmekle kendilerini muzmahil eylemek, ya mün’adim ve fâni kılmak kaydına giriftar oldukları ecilden ekserisi şirk-i hafîye mâyildir. Zira bunlar vücûd-ı Vâhid’in vücûhâtını vücûd-ı Vâhid’in vücûdundan başka tevehhüm edip o tevehhümleri üzere şirk-i hafîye düşerler.

Ve bu asnâf-ı selâsenin üçüncü bölüğü odur ki [126b] vücûd-ı Vâhid’in vücûhâtını bildiler. Şöyle ki cemî eşya o vücûd-ı Vâhid’in vücûhâtındandır ki nitekim;            

أَيْنَمَا تُوَلُّوا فَثَمَّ وَجْهُ اللّهِ

[Nereye döner, yönelirseniz Allah’ın yüzü oradadır.][3] buyurulduğu bu takdirce, insanda olan vech-i cehil dahi o vücûd-ı Vâhid’in vücûhâtından bir vecihtir. Pes bu taife o vech-i cehlin izalesini talep eylediler tâ ki vücûd-ı Vâhid vech-i ilimle mütecellî ola. Ve yine vücûd-ı Vâhid’in vücûhâtın vücûd-ı Vâhid üzerine zâid görmediler. Eğerçe kim vücûd-ı mahsûs ile tayinde vücûd-ı Vâhid’e mugayir görünür ise de inde’t-tahkîk vücûd-ı Vâhid üzerine zâid değildir.

Ve dahi malum ola ki cemî menhiyât o vücûd-ı Vâhid’in vücûhâtıdır. Şöyle ki o menhiyât vech-i cehlin zuhuruna sebeptir. Ve bu vech-i cehil gayret ile gayriyet artırır. İmdi bu itibar ile cehil ve esbâb-ı cehil, gayriyet-i cehennemdir ki vücûd-ı Vâhid’in vech-i kahrıdır. Ve cemî evâmir-i şer’iyye o vücûd-ı Vâhid’in vücûhâtıdır ki vech-i ilmî ve vech-i ayniyeti artırır. Pes bu itibar ile ilim ve esbâb-ı ilim ayniyet-i cennettir ki vücûd-ı Vâhid’in vech-i lütfudur.

İmdi sâlik bilmek gerektir ki vech-i cehil ile mütemessil midir, yoksa vech-i ilim ile müncelî midir? Eğer vech-i cehil ile mütemessil ise yine bilmek gerektir ki zulmânî midir, yahut nûranî midir? Eğer vech-i ilimle mütecellî ise nazar eyleye [127a] mücellîsi fiilî midir, zâyit midir? Bu takdirce merâtib beş oldu. Yani vech-i cehil ile mümessilde mertebe-i zulmânî ve mertebe-i nûranî, vech-i ilimle tecellide mertebe-i zâtî pes mecmûsu beş mertebe oldu.

Altıncı cemî vücûhâtı vücûd-ı Vâhid’in cem’iyle ayn-ı Vâhid bilip ve hiçbir şeyi zâid görmemektir. O mertebe-i cemdir.

Ve yedincisi vücûd-ı Vâhid’in vücûhât-ı vücûd-ı Vâhid’den zâid değil iken o vücûhâtı bir birinden tefrik etmektir. Şöyle tefrik ede kim ne tefrik cem’e, ne cem tefrike mani olmaya. O cemü’l-cem’dir ve fark sabittir. Nitekim o emirden bu merâtibi fark edip vücûd-ı Vâhid’e mugayir bilmek fark odur.

Pes mürşid-i kâmil ve arif ve adil odur ki tefrik-i cem’i câmî ola. Yani sûret-i bâtını sende cismi tefrik ve canı cem ola. O kimse ukûl-ı kâsıraya ve nüfûs-ı nâkısaya kemâlât-ı ilâhiyeden haber verip irşada salih ve müsteid olur.

Ve bundan sonra şöyle bilesin ki cehlin hasâisindendir, vücûd-ı Vâhid’in vahdetini kesret-i mezâhirde göstermeyip bu mezâhirin kesreti sebebiyle cehlin sahibi mahcup olur. Ama ilim böyle değildir. İlmin sahibi kesret-i mezâhirde vahdet-i vücudu ispat eder. Eûzu billahi min zâlike’l-cehl ve yesserallahi lenâ min hâze’l-ilm. [Bu cehaletten Allah’a sığınırım ve bu ilmi bize kolaylaştırmasını Allah’tan dilerim.]

İmdi her kimin ki sûret-i bâtınası ayniyet ile mütecellî [127b] ola, o kimse ehl-i ilim ve ehl-i tevhittir. Ve eğer özünü bilmek dilersen kim, âlim misin yoksa cahil misin tekavvülâtına ve tahayyülatına itibar etme. Yani tekavvülâtında olan muhsenâta ve hayâlatında olan müstahsenâta ve meğer dehâna nazar eyleme. Bil ki sûret-i bâtında olan temessülâtına nazar ile o bâtında olan temesîlâtın gayriyet ile midir, yoksa ayniyet ile midir ? Eğer gayriyet ile ise cahilsin, cemî kitapların mefhûmâtı hıfzında dahi olur ise, filhakika âlim değilsin. Ve eğer bâtında olan temsîlâtın ayniyet ile ise âlim-i Rabbânîsin, ümmî dahi olur isen hakikatte âlimsin. Bu takdirce;

رَبِّ زِدْنٖي عِلْماً

[Rabbim ilmimi artır][4] diyesin. Ve dahi temsîlât-ı bâtıniyye, mir’ât-ı kalbinden nefs-i nâtık ki ve münkeşif olan suveri maânîdir ki henüz fikr ile hayale ve hariçte lisanla kâle gelmekten mukaddem ona nazar-ı akl ile nazar olunsa ya budur ki ayniyet ile tecellîdedir, kaçan gayriyet ile temsîl eylese o nefsine mugâyir ve Hakk’ın gayrı görünür. Ondan sana gayret hasıl olup o gayret sebebiyle kesrete ve dağdağa-i vahşete düşersin. Vahdet-i vücûd zevkini bulamazsın.

 Amma kaçan ayniyet ile tecelli eylese o nefsine [128a] mugâyir gelmez. Ve Hakk’ın gayrı görünmez. Ondan sana safvet ile muhabbet hasıl olur. O muhabbet sebebiyle kesretten ve dağdağa-i vahşetten halas olup vahdet-i vücûd zevkile nâil olursun. Ve cemî esrâr-ı ulûm sana münkeşif olur.

Ve dahi gayriyet ile suret-i bâtıniyyesi mütemessil olan kimse şundan hâlî değildir ki o kimseye vücûd-ı Vâhid’in vahdetine tasdik eyleye ve esbâb-ı cihânla muttasıf  olup ehl-i tevakkuf ola yani ilim ile marifetullah kesbine meşgul olmaya onun hakkında korkulur ki o belki zındık ola. Zira esbâb-ı cehil ile vukûf eyleyen kimesne vahdet-i vücûda kâil olmak hatardır.          

Ve şu kimse ki sûret-i bâtınası gayriyet ile mütemessil iken o halde “Vücud birdir, birden artık değildir” diye vahdet-i vücûda kâil olup tasdik eylese ve esbâb-ı ilimle muttasıf olup daima marifetullah üzere terfîde olsa ümmîddir ki o kimse şirkten halâs olup ehl-i tevhîd ola ve vahdet-i vücûd esrarına muttalî ola.

Ve dahi o gayriyet ile mütemessil iken, temessülâtını kendi üzerine mugâyir zanneylemek cehl-i mahzdır. Zira hakikate nazar o temessülâtı kendi özüdür. Kendi özünün temessülâtı üzerine mugâyir zanneyleyen bu zanda iken [128b] kamu eşyayı Hakk’a mugâyir sanır. Değil idiğin bilmeyince kesretten halâs olup esrâr-ı vahdete vâsıl olamaz.

Ve dahi bundan mukaddem zikrolunan muzmahil ve mün’adim ehl-i zan ve vehm sahipleridir. O ecilden onlar şirk-i hafîye mâillerdir.

Ve ammâ vaktâ ki, tâlib-i Hak olan kimsenin sûret-i bâtıniyyesi ayniyet birle mütemessil ve mütecellî olsa fiil-i Hak ona Hak görüne. Yani her gördüğünü fiil-i Hak bilip kendi temessülâtını ve özünü ve cemî eşyâyı zâhiren ve bâtınen fiil-i Hak bilip onda ayn-ı Hakk’ı müşahede eylese bu mertebeye tevhîd-i ef’âl derler.

Ve dahi vaktâ ki, o kimse ayniyet ile temessülde sûret-i bâtınasın taltif edip kemâl-i letâfetten gözü kamaşıp ve sair havas dahi gaşyolup ecsâm-ı kesîfeyi idrakten kalsa, bahr-ı maânî-i sıfâta gavvâs olup dalsa, şu vecihle ki ancak Hakk’ı ilimle bilir olsa, bu mertebeye tevhîd-i sıfât derler.

Ve yine bundan sonra o kimsenin sûret-i bâtınası ayniyette dahi ziyade taltif olunup kemâl-i letâfet ile bir gâyete bâliğ olsa ki gözü bu kesret-i mezâhiri görmekten ve aklı bu kamûyu (?) bilmekten kalsa, o halde Hakk’ı Hak’la zevk-i vicdânında bulsa, bu mertebeye  tevhîd-i Zât [129a] derler.  

       

İmdi, öyle mâlumun olsun ki havâtır-ı nefsânî ve şeytânî cehl-i zulmânî mertebesindedir. Ve havâtır-ı kalbî tevhîd-i ef’âl mertebesindedir. Havâtır-ı Hakkânî tevhîd-i sıfât mertebesindedir. Tevhîd-i Zât’da havâtır yoktur.

Vallahu a’lem.    

                   

 


[1] 20/Taha, 50.

[2] 2/Bakara, 115.

[3] 2/Bakara, 115.

[4] 20/Taha, 114.

Diğer Yazılar