Vukûf İhtiyacı

 İrfana Vukuf -   Fatih Yıldız -   20 Kasım 2020

Varlığa ve Bilgiye 

Vukûf İhtiyacı

Yaşadığımız zamanlar, uzun bir tecrübe dönemi akabinde insanlığın derin sorunlarının gün yüzüne çıktığı, sonuçlarının bariz şekilde görüldüğü tarihsel bir kesit olacak gibi görünmektedir. Teferruatına baktığımızda bu sorunlar budaklanıyor olsa da aslında icmali bakış açısıyla temelde iki ana sapmanın sonucu olduğu görülebilir. Varlık ve bilgianlayışımız… Bilginin nihayetinde varlıktan tamamen farklı olmadığını düşündüğümüzde belki sorun teke de inmektedir. Ancak nispi de olsa farkı da kabul etmek vakıayı daha anlaşılır kılmaktadır.

Hikmete çıkan yolları aramayı terkettiğinden beri insanlığın,varlık hakkında düşünmeyi ve varlığının nerede durduğunu algılamaktan vareste bir hayatı tercih ettiği görülmektedir. Bütün mücadele varlık adına “var olma” ve “var kalma”kavgasına dönüşmüştür.

Varlığın hakikati, insan nefsiyle tanımlandığından beri,giderek varlığın neyimiz olduğunu hatırlamaz olduk. Hayatın her alanında görülen baş döndürücü ilerlemelerin büyüsüyle kendimizi bu koronun bir enstrümanı olmaktan alıkoyamadık. Ancak İlâhî hakikatin elinden varlığın ilkesi olma konumu alınırken(!) kendimizi varlığın öznesi olarak ikame ettiğimizde beklediğimiz sonuçlar da ortaya çıkmadı. İlerleme paradigmasını yöneten seçkin bir grup bu özneliğin vehmîhükümranlığını yaşarken insanlık toptan nesneleşti.   

Geleneksel hakikat algımızda varlık Hakk’ın Zât’ıdır. Tekliğinden bir şey kaybetmeksizin mertebeler halinde yayılarak nihayetinde mevcutlara varlık bahşetmiştir. Bu varlık verme hakikatte tek olan varlığın bir zuhuru ve yansımasından ibarettir. İlahî haber kaynakları tarafından işaret edilen bir hiyerarşiyle döngü halinde çalışmaya devam eder. İnsanlık bu sistemden “Düşünüyorum, o zaman varım” diyerek istiklalini ilan ettiği zamanlardan itibaren, bahsi geçen tevhîdî yapıdan koparak kendini hakikatin merkezi, düşünme ve bilgisini bunun ölçüsü ilan etmiştir. 

Bir bütün olan varlığın, yeryüzünde halife konumunda, türlü yeteneklerle donatılmış insan tarafından bu şekilde yeniden tanımlanması insanlık tarihinin en büyük cürmüdür. Kendi ve içinde bulunduğu alemin hakikatini, güç vehmiyle prometeci bir anlayışla saptıran insan, başta kendisi olmak üzere bütün mevcudatın işleyiş yasalarıyla ve ayarlarıyla oynamış bulunmaktadır. İnsanlığın sosyal-rûhî bunalımından tutun da tabiatın tahribatına kadar bütün sorunların ardında varlık tanımındaki bu sapma yatmaktadır. Nihayetinde İlâhi hakikate asi olan insanı, ilerlemenin kölesi haline getirmiştir. Her ne kadar ilerlemeci gidişatı elinde tutan bilimci azınlık, hala hakikati kendileriyle tanımlıyorsa da aslında kendileri de vehmî bir kölelik içinde görünmektedir.

Alemde cârî bir hüküm vardır. Hakikatin bendesi olmayan insan, nefsiyle baş başa kalır. Nefsi onu esir alır. “Arzularını ilah edineni gördün mü?” (25/Furkan, 43) Artık içinde bulundukları, kutsadıkları yapının dışına çıkamazlar. Hakikati duyamaz ve onu idrak edecek bilgilenme yollarından istifade edemezler “Yoksa sen, onların çoğunun gerçekten (söz) dinleyeceğini yahut düşüneceğini mi sanıyorsun?” (25/Furkan, 44) Ve artık en temel değer olan insanlıklarını dahi muhafaza edebilecek bir durumda değillerdir. “Hayır, onlar hayvanlar gibidir, hatta onlar yolca daha da sapıktırlar.” (25/Furkan, 44)

İşte içinde bulunduğumuz tafsil edilebilecek birçok sorununaslı, artık modern felsefenin bile konusu olmaktan çıkmış olanbir varlık anlayışıdır. İçinde bulunduğumuz alemi, hayatı ve daha önemlisi insanı anlamlı kılacak bir varlık vukûfuna ihtiyacımız vardır. 

Diğer aslî sorunumuz bilgi… Bilmeye, kendini bilmekten başlayan anlaşıyı terkedeli -kısmen sufi gruplar haricinde-herhalde uzun zamanlar oldu. Hatta bilgilenme süreçlerimiz yukarıda bahsedilen sapmış varlık anlayışının türevleri vasıtasıyla, insan tekinin fıtratında bulunan kendini bilme yollarını tıkayıcı ve tahrip edici özellikler taşımaktadır. Halbuki irfan yanında, ilmî süreçlerin tamamında; ilmi vebilmeyi nihayetinde mutlak ilmin sahibi Allah’a havale etmek bilgi geleneğimizin en temel akîdesidir. Klasik kitaplarımız, tartışılan ve fikir beyan edilen her bahsin sonunda “Allahu a’lem / Allah daha iyi bilir.” ibareleriyle doludur. 

İlim “ilim” bilmektir

İlim kendin bilmektir…

 

Okumanın mânâsı 

Kişi Hakk’ı bilmektir…

derken Yunus Emre, hakiki ilmin İlahî, dolayısıyla her şeye varlık bahşeden külli varlığı bilmek olduğunu bin yıl önce haykırıyordu. Bütün fizik ve metafizik bilgiler bu ilkeye dayandırılırsa gerçek anlamda ilim yolculuğu gerçekleştirilmiş olacaktır.  

Bütün bu arka planla birlikte modern bilgilenme aygıt ve ağlarıyla kuşatılmış durumda olduğumuz da gerçektir. Kimse bunları kullanmaktan azade değildir. “Bir tık”la gerek web ortamında gerek dijital mekanizmalar vasıtasıyla bilgiyle iletişime geçme imkanlarının lüksünü sonuna kadar yaşıyoruz. İlme ulaşmak için rıhle denilen uzun yolculuklarını tarihe yazdıran bir medeniyetin parçası olarak üzerinde çok düşünmeden bu kolaylığı içselleştirmiş hatta kutsamış bulunmaktayız. 

Acaba herşey görüldüğü kadar masum ve basit mi?

İlimin temellerini oluşturan akletmeyi, bilginin objesiyle bağ kurmak olarak tanımlayan kadim hikmet geleneğimizin ortaya koyduğu tanımlamaların, kâidelerin hepsini bir çırpıda bir köşeye koyarak maksûda ulaşmanın (!) en kolay yolunu benimsemek, modern insanın zahmetsizce, bedel ödemeden isteğine ulaşma hayallerinin örneklerinden belki en önemlisini oluşturmakta. 

Ancak bütün bu basitlikle ulaşılan şey bilgi/ilim midir? Dilimizdeki ilim ve malumat ayrımı şu durumda maksudumuzu anlatmak için imdadımıza yetişmektedir. İlim metafiziğin en temel ilkesinden, fiziğin en zahiri alanına kadar İlahî olanın nüfuz ettiği herşeye vâkıf olmayı ifade der. Malumat ise bunlar hakkında genel-geçer bilgilere ulaşmaktır. Bir şeyin metafizik temellerini ve fizik kaidelerini tüm ağlarıyla olabildiğince bağlantı kurarak bilmek ilmin ve irfanın konusu olurken, daha çok sonuçlarıyla alakalı teferruat malumatın konusudur. Dolayısıyla malumat bilgilenme süreçlerinden geçmemiş bir bilgi posasıdır. 

Maalesef ilmin batınî veçhesini temsil eden, hakikatin aydınlatıcısı ve aslî sorunlara ışık tutması gereken irfan hayatımızda da yaşananlara paralel olarak bu bahislerin saikalarını görmek mümkündür. Maneviyat adına, hakikatten kopmuş İlâhî ilkelerle bağı kurulamayan bir takım bağlılıklar, adet, tören ve ritüeller zahîrileşmekte ve anlam kaybına uğramaktadır. Dolayısıyla hakikate işaret ve terbiye edici bir unsur olma özelliğini kaybetmektedir. İrfanın kendisinin batınî hüviyeti göz önünde bulundurulduğunda sorun daha vahim sonuçlar doğurmaktadır.

Bu sorunların farklı veçhelerine göre verilebilecek birçok isim olabilir ancak en temel isimlerden biri vukûftan uzaklaşmanın en derin anlamını ifade eden yüzeyselleşme olabilir.                

Bilgide yüzeyselleşmeye sebep olan şeylerden kısaca söylenebilecek iki şey vardır. Birincisi, bilginin vasıtalarını ortadan kaldırmak, “bilen insanı” dışlamak. İkincisi, bilenle, bilgiye talip olanı eşitleyen öğrenme yöntemleridir. Aslında dağılmış varlık hiyerarşisinden kaynaklanan alim ve arifi koyacağımız yer sorunudur. Daha sonra bunlar üzerinde ayrıntısıyla durulacaktır.

Çare, bilgide ve nazarda yüzeyselleşmeye sebep amillerin farkında olup bunların cazibesine kapılmadan bir vukûf hareketine girişmektir. Bu vukûfun en önemli ilkesi hakîkatli bir duruşla irfânın ilkelerini kuşanmaktır. İlmî geleneğimizin paramparça olduğu, irfan mekteplerimizin hızla kimliksizleştiği 100-150 yıllık sürecin tecrübesi; gerek fert bazında, gerek disipliner platformalarda bu içinden çıkılmazmış gibi görünen dairenin kırılmasının ilmî, irfânî, fikrî ve kalbî bir vukûfla mümkün olabileceğini göstermektedir.

Menkul geleneğimiz, hakikati bilmenin aslı ilim ve tanımanın aslı irfan arasında hareket halinde bulunan, aklın hasılası fikir ve kalbin mevhibesi ilhamın, vukûfa ulaşmanın hem yöntemi hem de vukûfî bir anlayışın ilkesi olduğunu ortaya koymaktadır.  

Bize düşen geçmişe vukûfla nazar, hâli vukûfla idrak olmalıdır. Akıbet Hakk’ın takdiridir.      

Diğer Yazılar